Hakankiziltan.com

Sol Memenin Altındaki

Karanlık Zamanlar
1930 Eylül’ünde Almanya’da Nazi partisi Reichstag seçimlerinden ezici bir zaferle çıktı. Adolf Hitler’e ve partisine iktidar yolunu açan bu zafer, çıplak kötülüğün yıllarca sürecek kanlı saltanatının belki de ilk habercisiydi. 7 Aralık 1930 tarihinde Arnold Zweig’e yazdığı mektupta Sigmund Freud geleceğe dair karamsarlığını gizleme gereği duymayacaktı:

“Karanlık zamanlara yaklaşıyoruz. Geç yaşımın kayıtsızlığı sayesinde belki bunun için endişe duymam gereksiz ancak yedi torunuma acımaktan kendimi alıkoyamıyorum.” (Quinodoz, 2006).

Yaklaşık bir yıl önce yayınlandığında büyük bir ilgiyle karşılanan ve kısa bir süre içinde birçok dile çevrilen Uygarlığın Huzursuzluğu kitabı tüm karamsar tonuna rağmen umut dolu bir sonla bitiyordu oysa. İnsanlığın kaderini belirleyecek olan asıl soru, uygarlığın, birlikte yaşamayı tehdit eden yıkıcı dürtülerden kaynaklanan saldırılarla baş edip edemeyeceğidir, diyordu. İçinde bulunulan tarihsel döneme dikkat çekiyor, doğal güçler karşısında elde edilen hâkimiyetin marifetiyle, insanların birbirini tümden ortadan kaldırmalarının işten bile olmadığını vurguluyordu. Ancak Eros ve Ölüm (ya da yaşam içgüdüleri ile ölüm içgüdüleri) arasındaki ezeli ve ebedi savaşta, Eros’un rakibi karşısında kendi üstünlüğünü gösterebileceğini umut edebileceğimizi söylüyordu her şeye rağmen (Freud, 1999 [1930]). Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden sonra, Freud, kitabın 1931 baskısında bitişe şu final cümlesini ekleme ihtiyacı hissetti: “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”.
1938 Mart’ında Hitler Almanyası Avusturya’yı ilhak etti. Birkaç hafta sonra paha biçilmez değere sahip psikanalitik yayınevi Verlag saldırıya uğrayıp tahrip edildi. Giderek artan Nazi tehlikesi karşısında Ernest Jones ve Prenses Marie Bonaparte başta olmak üzere tüm kaygılı dostları Freud’a ülkeyi terk etmesi yönünde ısrarlı çağrılarda bulunmaya başladılar. İngiliz ve Amerikan diplomatların başını çektiği uluslararası kampanya Freud’un ülkeden ayrılmasına izin vermeleri için Alman ve Avusturyalı otoriteler üzerinde oldukça etkili bir baskı oluşturdu ve nihayet 3 Haziran 1938’de Freud, karısı Martha ve kızı Anna Londra’ya gitmek üzere Viyana’yı terk ettiler; ancak Freud’un çıkış izini alamayan dört kız kardeşi geride kaldı, birkaç yıl sonra bir Nazi kampında öleceklerdi (Quinodoz, 2006).

Eros ve Tanatos’un Ezeli ve Ebedi Savaşı
Freud (1999, [1930]) uygarlık ile dürtüler arasındaki bağdaşmaz karşıtlığın içyüzünü ve akıbetini araştırdığı Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında, uygarlığın toplumsal bütünlüğü ve esenliği korumak adına libidinal ve agresif dürtüleri ketlediğini ileri sürer. İnsan cinselliğinin uygarlık tarafından kötü muamele gördüğünü ve nihayetinde önemli birer mutluluk kaynağı olan aşkın ve cinselliğin değerini azalttığını öne süren Freud’a göre uygarlık, cinsel nesne seçimini karşıt cinsle sınırlamakla kalmaz, genital cinselliğin dışında kalan tüm tatmin biçimlerini, cinsel sapkınlıklar olarak yaftalamak suretiyle yasaklamaya çalışır. Geriye kala kala üremenin hizmetinde heteroseksüel, genital ve tek eşli aşk kalır.
Cinsel dürtülerin doğrudan tatminini ketlemekle yetinmeyen uygarlık, agresif dürtüleri de dizginlemeye çalışır. İnsanda güçlü bir agresif eğilimin varlığına işaret eden Freud, insanın, sevgi peşinde koşan, yalnızca saldırıya uğradığında kendini savunan nazik bir yaratık değil, bilakis, saldırganlığa, yıkıcılığa ve vahşete eğilimli son derece yırtıcı bir tür olduğunu belirtir. Örneğin, onun için yanı başındaki komşusu, başı sıkıştığında yardımına koşacak biri ve/veya muhtemel bir cinsel nesne olmanın ötesinde, yeri geldiğinde saldırganlığını üzerinde tatmin edeceği, rızası olmaksızın cinsel açıdan kötüye kullanabileceği, malını mülkünü gasp edeceği, işgücünü karşılığını sunmadan sömürebileceği, aşağılayıp işkence edebileceği ve nihayet öldürebileceği birisidir aynı zamanda: Evet, insan insanın kurdudur! Koşullar elverişli hale gelip de agresyonu denetim altında tutan erotik kökenli ruhsal güçler devreden çıktığında saldırganlık zincirlerinden tüm azgınlığıyla boşanır ve insan denen varlık, merhamet nedir bilmez vahşi bir canavara dönüşür (Freud, 1999 [1930]). Yaşamın ve tarihin tüm acı ve kanlı deneyimlerinden sonra, diye meydan okur Freud, kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki? Evet, gerçekten kim?
Uygarlık insanlar arası ilişkileri tahrip etmesi kuvvetle muhtemel bu zorba eğilimi denetlemek için oldukça yüklü karşıt enerjiye gereksinim duyar; ahlaki, dini, etik, yasal vb. standartlar geliştirmek yoluyla agresif itkilere sınırlar koymaya çalışır. Gerçi, dünyanın ve memleketin şu an içinde bulunduğu hazin duruma bakarsak bu uğurdaki çabaların yeterince başarılı olduğunu söylemek güç. Üstelik hâkim politik-toplumsal iklim agresif dürtüleri baskılamaktan ve insancıl biçimlere yüceltmekten ziyade en yıkıcı ve en ham haliyle kışkırtmaktan ve azdırmaktan yana ne yazık ki. Freud’un iyimserliğini paylaşıp uygarlığın zamanla gereksinimlerimizi daha çok tatmin edecek biçimlere evrileceğini ümit etsek bile, bu beklentimizin temenniden öteye geçmeyebileceğini hatırda tutmakta yarar var. Bu gerçekçi ihtiyat boşa değil; zira insan ruhsallığının nasıl işlediğine dair farkındalığımız bizi boş bir umuttan alıkoyuyor. Ruhsal coğrafyada, insanları libido/sevgi temelinde bir araya getiren ve uygarlığın hizmetinde iş gören Eros ile ölüm dürtüsünün türevi olan agresif ve yıkıcı eğilimler arasında bazen birinin alta düşüp diğerinin üste çıktığı, seyri ve akıbeti belirsiz, mutlak bir zaferden uzak -ama madem hayat devam ediyor, demek ki Eros’un burun farkıyla önde götürdüğü- ezeli ve ebedi bir savaş ara vermeksizin sürüp gitmekte çünkü.
Peki, Freud’un ölüm dürtüsünün temsilcisi olarak addettiği saldırganlık ve nefret nereden türer? İnsan ruhsallığındaki yıkıcılık ve vahşetin, hasedin ve hırsın, doymak bilmez açgözlülüğün, şehvetin ve şiddetin, velhasıl bilcümle kötülüğün o pek “verimli ve uğursuz” kaynağı nerede yuvalanmıştır? Bu “kötücül” ve tahripkâr dürtü neden bu derece güçlü ve enerjik, neden bu denli ısrarcı ve ihtiraslı ve dahası nasıl oluyor da bir türlü alt edilemiyor? Bireysel ve toplumsal açıdan optimal koşullar sağlandığında agresif dürtünün insan ruhundan silinmesi, yarattığı yıkımların acı hatıralarıyla beraber günü geldiğinde tarih sahnesinden çekilmesi mümkün olabilecek mi acaba?
İnsan ruhunun derinliklerine nüfuz edebilmemizi sağlayan psikanalitik incelemeler yukarıdaki sorulara ilginç bazı yanıtlar sunar. Mesela agresyonun ölüm dürtüsünden kaynaklandığını savlar; iyilik ve kötülüğün ortak bir kökensel nesneye sahip olduğunu, vicdan ile meme arasında bir tür ilişkinin var olabileceğini öne sürer. İnsandaki kötücüllüğün kaynağının en empatik annenin, en insancıl kültürün düzeltici etkilerinin erişim alanı dışında bir yerlerde konuşlanmış olduğunu ima eder dahası. Bu nedenden ötürü, insan ruhunun karanlık ve kötücül doğası, iyi bir ebeveynlikle, etkili bir psikoterapiyle veya umutlu bir devrimle giderilemeyecek cinsten bir tür kader gibi görünür. Eğer bu tespit doğruysa, insan için süreklilik arz eden iyicil, mutlu ve huzurlu bir hayat kelimenin gerçek anlamıyla hayaldir maalesef. Dolayısıyla, iyiliğin kötülüğe mutlak galip geleceği bir Armaggedon asla olmayacak, ruhsal ve dünyevî ütopya hep bir rüya ülkesi olarak kalacaktır. Ancak yine de bir başka teselli edici seçeneğin varlığı mevcut görünmekte: Libidonun agresyona, sevginin nefrete, iyiliğin kötülüğe ve nihayet vicdanın zulme baskın geldiği, madem kötücüllüğü tümden ortadan kaldırmak mümkün değil o halde denetim altında tutulduğu ruhsal bir iktidar ilişkisinin iç dünyada –ve elbet toplumsal bir muadilinin dış dünyada – kökleşmesi. İmkânsız olandan feragat edip mümkün olanla yetinmek durumundayız demek ki. Şimdi kestirmeden verdiğim bu yanıtları en başa sarıp yavaş yavaş anlatmalı.

Şiddetin Psiko-biyolojik Belirleyicisi: Ölüm Dürtüsü
Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde Freud (1920) ruhsallığın libidinal tatmin ve haz arzusunun ötesinde, çok daha derin ve gizemli bir güdülenmenin etkisi altında olduğunu ileri sürer: Ölüm dürtüsü. Freud’a göre canlı varlığa içkin ölüm dürtüsü, esasında, orijinal inorganik duruma dönmeye yönelik biyolojik bir gereksinimden kaynaklanır. Dürtüsel hayatın temel eğilimini oluşturduğunu öne sürdüğü bu meta-dürtünün hâkimiyeti altındaki tüm dürtülerin nihai amacı maddenin yaşam öncesi inorganik durumunu ihya etmek, cansızlığın mutlak dinginliğine geri dönmektir.
Aslına bakılırsa Freud metapsikolojik çalışmalarının en başından itibaren nöral ve/veya ruhsal yapıda uyarılmışlık halinin söndüğü mutlak dinginlik durumuna yönelik bir eğilimi varsaymış, kuramsal gelişimin hemen her döneminde söz konusu eğilime farklı adlandırmalarla (Eylemsizlik İlkesi, Nirvana İlkesi ve Ölüm Dürtüsü) işaret etmeyi sürdürmüştür. Örneğin 1895 tarihli Bilimsel Bir Psikoloji için Proje elyazmalarında (1950) nöral sistem dâhilinde cereyan eden enerji akışından söz ederken nöral aygıtın birincil işleyişinde enerjinin hemen ve mutlak boşalımının (ki nöral eylemsizlik ilkesi olarak adlandırır) esas olduğunu yazar. Nöronların aldığı enerjinin tümünü boşaltma eğiliminde olduğunu, nöral aygıtın yalnızca boşal(t)ma eğiliminde değil, daha da radikal biçimde uyaran kaynaklarından kaçınma eğiliminde olduğunu iddia eder. Keza, nöral aygıtın işlevinin organizmanın içsel enerjisini mümkün olan en düşük seviyede tutmak olduğunu varsaymış, nöral aygıtı fazla uyaran yükünden koruyan işlevleri söz konusu aygıtın uyaran miktarını sıfır düzeyinde tutmaya yönelik temel eğilimiyle ilişkilendirmiştir (Freud, 1920).
Eylemsizlik ilkesi, Haz İlkesinin Ötesinde eserinde yerini Nirvana İlkesi’ne bırakır. Budizmden ödünç alınmış bir kavram olan Nirvana ilk kez Alman filozof Arthur Schopenhauer tarafından batı düşünsel literatürüne dâhil edilmiştir. Orijinal anlamında, insani arzunun sönmesini, kolektif ruha, huzur ve sükûnet haline dâhil olduğunda bireyselliğin silinmesini ve nihayet mutlak hiçlikte yok olmayı ifade eden kavramın işaret ettiği deneyim psikanalitik kuramda Nirvana ilkesine dönüşür (Laplanche ve Pontalis, 1988). Ruhsal aygıtın içsel veya dışsal kaynaklı uyarılma niceliğini sıfıra veya mümkün en düşük seviyeye düşürmeye yönelik radikal eğilimi temsil eden Nirvana ilkesi Freud’a göre içsel gerilimden mutlak biçimde kurtulmayı amaçlar ve son tahlilde ölüm dürtüsünün nihai istikametini temsil eder.

Ölüm Dürtüsünün Kozmik Efendisi: Entropi
İnsanın hakikatine erişmek uğruna bilincin insana ve hayata dair uydurduğu tüm mitleri, söylediği tüm ‘yalan’ları deşifre etmeyi salt bilimsel ve felsefi uğraşa değil, etik bir sorumluluğa da dönüştürmüş olan psikanaliz, Freud’un ölüm dürtüsü saptaması sayesinde bilincin ve kültürün ölüme dair temel söylemi içinde gizlenmiş bir başka söylemi, hâkim bilincin ‘resmi ideolojisi’ne ters düşen esaslı bir güdülenmeyi bilince çıkarır: İnsan yaşamayı arzuladığı kadar ölmeyi de arzular!
Ruhsallığın derinliklerinde, yaşamın cazibesine kanmayan, var olmanın hiçbir nimetine ve vaadine tenezzül etmeyen, “yaşam çilesi”nin bir an evvel son bulmasını ve cansızlığın dinginliğini tutkuyla arzulayan ölümsever güdülenmenin keşfi, insanın ölümle ilişkisini salt endişeden ibaret sayan bilincin ve kültürün hâkim söylemini temelden sarsar. Varlığı ve yaşamı kutsayan/yücelten hâkim söylemin kategorik olarak sapkın ve/veya patolojik saydığı ölüm arzusunun, illâ ki her koşulda marazi olmayabileceğini ima eden, bilakis en temelde ve son tahlilde canlılığın yaşamsal dinamizmi karşısında doğal bir eylemsizlik tepkisi olduğuna dair saptama, ölüme dair muktedir söyleme esaslı bir darbe indirir. Böylece ölüm dürtüsü ve onun nesne ilişkisel türevi olan ölüm arzusu, Freud’un psikanalitik müdahalesiyle bilincin ve kültürün ideolojik bakışından özgürleşir, yaşam dürtüsüyle eşdeğer konuma kavuşur ve doğallaşır. İnsanın ölümle ilişkisinde endişenin yanı sıra arzunun da yer aldığı nihayet anlaşılır.
Ölüm dürtüsü, iç dünyamızda, kişisel mazimizdeki herhangi bir travmatik yaşantıdan bağımsız, salt yaşıyor olmaktan kökenlenen, belli ki yaşamanın bizatihi kendisini ontolojik bir travma telakki eden ölümsever benliğin varlığında temsilini bulur. Varoluşumuzun alacakaranlık kuytuluğunda, yukarılarda akıp giden hayatın curcunasına sırt çevirmiş, yokluğun ve hiçliğin erdeminden zerre şüphe etmeyen bir mümin misali, vuslat gününü bekleyen bu benlik, yaşam yoluna sapmış varlığa durmaksızın ölümü tebliğ eder.
Yaşamı adeta varlığın bir arızası gibi gören ölümsever benlik, bir an evvel bu “hayati” yanlıştan dönmesi için ölümü icat eden ontolojik bir iradenin; insan ruhsallığında “ölüm dürtüsü” olarak tecelli eden, her canlı organizmaya içkin bu doğal irade ise daha köktenci kozmik bir eğilimin türevidir aslına bakılırsa: Canlılığı ölüme, varlığı yokluğa sürükleyen, canlı veya cansız tüm varlıkları ortadan kaldırmaya göz dikmiş, hiçbir nesnenin karşısında ebediyen tutunmayı başaramayıp önünde sonunda teslim olmak zorunda kaldığı tümgüçlü, aslı astarı belirsiz, tahripkâr bir kudret; termodinamiğin ikinci yasası entropi.
Albert Einstein’ın tüm bilimlerin birincil yasası ilan ettiği, İngiliz astrofizikçi Arthur Stanley Eddington’ın evrenin en üstün metafizik yasası olarak yücelttiği entropi, en yalın ifadeyle, evrendeki tüm varlıkların maksimum düzensizliğe, minimum enerji düzeyine eğilim göstermesidir (“Entropi”, 2015). Varlıkları aşındıran, aşağı çeken, dağıtan, çözen ve giderek yok eden entropik kudretin devinimlerini ve sonuçlarını aslında hepimiz yaşar ve gözleriz: Taş ufalanır, toprak tozar, su aşağı akar, sıcak soğur, hareket durur, taze bayatlar, eşya eskir, et gevşer, saç beyazlar, canlı ölür ve nihayet varlık yok olur. Evrensel düzen içinde, cana ve varlığa kasteden kozmik bir şiddet kol gezer. Ceylanı avlayan aslanın saldırganlığı, insanın akıl almaz vahşeti bu kozmik şiddetten beslenir.

Her Ağacın Kurdu Kendinden Olur ya da Varlığın Diyalektiği
Varlığın nasıl ve neden oluştuğu, ontolojik felsefenin ve teorik fiziğin en temel sorularındandır. Bu köktenci sorunun yanıtı hala büyük ölçüde meçhûlümüz. Ancak en azından şunu biliyoruz; varlık oluşur oluşmaz onu yok etmeye yönelik karşıt bir irade de harekete geçmiş, varlık, kendini ortadan kaldıracak kudreti içinde taşıyan diyalektik bir iç çelişkiyle belirmiştir. Nitekim evrenin tarihinde gözlediğimiz üzere varlıkların çeşitlenmesi, gelişmesi, üst düzeyde örgütlenmiş, enerji düzeyleri yüksek yeni varlık formlarının (canlıların, hayvanların ve insanların vb.) ortaya çıkması canlılığı ölüme, varlığı yokluğa cezbeden entropik şiddetin karşısında varlığı savunan, koruyan ve gözeten “negentropik” bir kozmik bir gücün mevcudiyetine işaret eder. Evrensel ve evrimsel dinamizm bu iki uzlaşmaz kozmik iradenin yansıması olan varlıkla yokluk, yaşamla ölüm arasındaki kahredici ve yaratıcı çekişmenin ürünüdür. Termodinamiğin ikinci yasası bize bu çekişmenin ölümün ve yokluğun lehine sonuçlanacağını kesin bir dille beyan eder; zira entropi zaman içinde evrendeki tüm varlıkları aşındıra aşındıra artık işe yaramaz birer atığa ve nihayet yokluğa dönüştürecektir.
Entropik güdülenmeyle bu eğilime karşı koyan negentropik güdülenme arasındaki diyalektik çatışma Freud’un kuramsal dizgesinde karşılığını bulur. Ruhsallıkta (ve belki de sinir sisteminde) yegâne eğilimin iş başında olduğunu iddia eden Freud metapsikolojik çalışmalarının en başından itibaren ruhsallık içinde, var olan gerilimin bütünüyle boşaltılmasına yönelik bir eğilim ile sabit bir gerilim düzeyini korumaya yönelik bir başka eğilimi birbirinden ayrıştırmayı başarmıştı. Ruhsallığı çeşitli karşıtlıklılar üzerinden düşünme ve kavrama refleksi Freud’un çalışmalarında “serbest-bağlı enerji, eylemsizlik ilkesi-sabitlik ilkesi, birincil süreç-ikincil süreç, haz ilkesi-gerçeklik ilkesi ve ölüm dürtüsü-yaşam dürtüsü” karşıtlıklarına bürünerek kaybolmaksızın devam etmiştir (Laplanche ve Pontalis, 1988).
Yeni bir dürtü kuramıyla ortaya çıktığı Haz İlkesinin Ötesinde (1920) eserinde benzer karşıtlık bu kez yaşam ve ölüm dürtüleri arasında kurulmaktadır. Ölüm dürtüsü ruhsal gerilimi sıfır noktasına doğru azaltmaya, canlı varlığı inorganik haline iade etmeye çalışırken, yaşam dürtüsü Eros bu eğilime karşı koyar. Erosun amacı daha büyük birimler oluşturmak ve onları korumak ve bağlamak iken ölüm dürtüsü bağlantıları çözmek ve her şeyi tahrip etmek derdindedir. Freud, üremeye dönük tohum hücrelerinin, inorganik duruma meyleden dürtüsel eğilimden kaçınmaya çalıştıklarını ancak ölüme karşı çalışsalar da ölümsüzlüklerinin yanıltıcı olduğunu, olsa olsa ölüme doğru uzanan yolu uzattıklarını söyler. Tohum hücrelerini gözeten kudretin, cinsel dürtülere ait yaşam dürtüsü olduğunu düşünür. İşlevleri gereği ölüme yönelen diğer dürtülerin amacına ters istikamette çalışıyor olmaları, ölüm dürtüsü ile yaşam dürtüsü arasında uzlaşmaz bir zıtlık olduğunu açığa vurur.

Eros ve Tanatos İnsanda Örgütleniyor Ama…
Her varlık kendi meşrebi ve kudreti ölçüsünde entropik girdaba direnir, yokluğa karışmamak, mevcut varlığını koruyup sürdürmek için çabalar durur; taş kendince, ağaç kendince, toprak ve gül kendince, sincap ve mavi balina kendince, bonobo ve şempanze kendince, insan kendince.
Hayvanları ele alalım. Hayvani organizmada entropi/ölüm güdüsü ve varlık/yaşam güdüsü, içgüdüler etrafında örgütlenmiştir. Hayvanın canlılığını (dolayısıyla hayvan olarak varlığını) koruması içgüdülerini verili bir habitat (yaşam alanı) dâhilinde tatmin edebilme yetisine ve becerisine bağlıdır. İçgüdüleri nesneleriyle buluşturmak suretiyle tatmine taşıyacak özellikler büyük ölçüde türün evrimsel süreci içinde kazanmış olduğu beceri ve donanımdan ve türün tekil üyesinin yaşam sürecinde edindiği öğrenme süreçlerinden oluşur. İçgüdüsel gereksinimlerini tatmin edebildiği sürece hayvan yaşam enerjisini besler, artırır ve tahkim eder. Bu sayede kendini entropik girdaptan korur ve canlılığını sürdürebilir. Peki, ya insan için durum nedir?
İnsanoğlu diğer hayvanlarla benzer içgüdülere (beslenme, savaş-kaç, üreme, vb.) sahip olmasına rağmen, benzersiz evrimsel geçmiş dolayısıyla, söz konusu içgüdüleri tatmine taşıyacak (nötralize edecek) yeterlilikte beceri ve donanımdan, genetik olarak tayin edilmiş, bedene içkin – deyim yerindeyse- “organik ego ”dan yoksundur. İçgüdüleri nötralize edecek yeterlilikte ve yetkinlikte organik egonun yokluğu sonucu gelişen organik acizlik nedeniyle içgüdüsel uyaranların nöral düzeyde kronik biçimde frustrasyona uğraması, bedeniyle kendini özdeşleştiren benliği -[“Ego her şeyden önce beden-egodur” demişti Freud (1923 )]- kronik bir acizlik ve yetersizlik hissiyle sakatlar. Nitekim narsisistik sorunsal esas itibarıyla bu aciz ve yetersizlikten türer (Kızıltan, 2014).
İnsani egonun içgüdüler karşısındaki narsisistik yetersizliği insandaki kronik ölüm endişesinin temel belirleyicisidir. Yaşam dürtüsünün canlılığı korumak üzere etrafında örgütlenebileceği içsel güçlerden insan türünün organik-ontolojik olarak yoksun olması onu diğer hayvanlara kıyasla entropik kudretin aşındırıcı ve çözücü şiddetine çok daha açık hale getirir. Entropinin ölümcül dehşeti bu nedenle insana özgüdür (Saydam, 2011). Nitekim hayvanlar ancak somut bir yaşam tehdidi karşısında ölüm endişesi olarak yorumlayabileceğimiz kaygı tepkileri gösterirler. Böylesi açık bir tehdit görünmediğinde hayvan (en azından biz “kaygılı ölümlüler” açısından bakıldığında) yaşama içkin ölümlülük veya fanilik gerçeğine kayıtsız olduğu izlenimi verir. Oysa insan ortada o an için yaşamını tehdit eden herhangi bir nesnel gerekçe olmaksızın ölüm endişesini her daim (kavramın en geniş anlamında) bilincinde muhafaza eder. Bu dünyada süreli ve geçici bir varlık olduğu farkındalığı bilincinin bir köşesinde asla sönmeyen bir kandil misali yanar durur.
İnsanoğlu sahip olduğu beden-egonun içgüdüleri tatmine taşıyacak kudrette olmadığını, bu haliyle ölüme çok yakın olduğunu bilincin en derin katmanlarında her an yaşantılar. Nitekim insani bilinç dediğimiz olgu, son tahlilde, canlılığın her an tehdit altında olduğunun farkındalığıyla ilişkili bir yokluk bilincidir. Bu nedenledir ki, insan, varlığının altındaki hiçliği, boşluğu, zeminsizliği ve dolayısıyla ölümü belki de hiçbir canlının hissetmediği kadar fark eder. Kültürel gelişimi sağlayan tüm yaratıcılık süreci de aslında benliğin öncelikle yokluğu, eksikliği, hiçliği tecrübe etmesi, ölüm riskiyle yüzleşip ürpermesi ve sonrasında yaşamda kalabilmek için eksik olanın yerini tutabilecek bir başka şeyi inşa etme kapasitesine (sembolik etkinlik) dayanır. Söz konusu farkındalığın aydınlık yüzü yaratıcılık ise karanlık yüzü kronik ölüm endişesi ve varoluşsal kaygıdır. Ölüm bilinci ve endişesi bu yüzden insani bilincin asal bileşenidir ve bir bakıma, yaşamsever güdülenmeyi ateşleyen, diyalektik bilincin anti-kahramanıdır.

Cennete Giden Yol Cehenneme de Uğrar
İnsani egonun organik-ontolojik acizliği ile simgesel yaratıcılık arasındaki diyalektik ilişki kendini ilkin narsisistik fantezilerin oluşumunda açığa vurur. Söz konusu narsisistik fantezilerin insanın ölüm endişesini yatıştırmaya yönelik işlevinin yanı sıra nasıl nefrete ve şiddete yol açabileceğini birazdan göreceğiz.
Psikanalitik kurama göre insan ruhunun işleyiş mekanizması, acı veren ve/veya tatminden yoksun varoluş durumundan, haz ve tatmini içeren, her tür eksikten muaf narsisistik tamlık durumuna meyleden fanteziler oluşturmaya ayarlıdır. Organik acizlik nedeniyle içgüdülerin nöral frustrasyonu dolayısıyla insan yalnızca içgüdüsel gereksinimlerin tatminini değil, daha ziyade gereksinimlerini tatmine taşıyacak kudrette egoya sahip olmayı arzular. İçgüdüsel tatminin zora girmesi ve yaşanan şiddetli frustrasyonlar tatmini kaçınılmaz biçimde güçle ilişkili hâle getirir, muktedir olma arzusu tatmin arzusuyla iç içe geçer ve benlik her arzusunu tatmin edebilecek kudrette tümgüçlü bir ego ideali fantezisine kapılır. Öyle ki, söz konusu arzu dolu fantezi, içgüdüsel boyuttan özerk bir ruhsal bileşen olarak, insanda bitmez tükenmez bir iktidar tutkusuna yol açar.
Özdeşleşildiği takdirde egoyu acizliğinden kurtaracağı umut edilen ego ideali, benliği mutlak narsisizme taşımayı vaat eder. İnsanın kökensel yetersizliğinden türeyen, nesne ilişkileri içinde yaşadığı frustrasyonlarla güçlenen mutlak narsisizm arzusu ilhamını erken çocukluk çağına özgü tatmin olma/edilme deneyimleri esnasında yaşadığı yoğun hazdan alır. Ruhsallığın tamlık idealini amaçlayan temel arzu kipidir mutlak narsisizm; tatmin için arzulamanın yeterli koşul sayıldığı, insanlık durumunun sınırlarını yıkmaya yönelik tutku dolu bir arzu. Her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal bir varoluş hali, ruhun ütopyası bir başka deyişle (Kızıltan, 2011).
Mutlak narsisizm arzusunun taşıyıcısı olarak ego ideali, çocukluk döneminin ilk nesnelerine (meme, anne, baba vb.) yansıtılmasıyla beraber başlayan süreçte nesne yatırımlarının ve nesne ilişkilerinin güdüleyicisi olur (Chasseguet-Smirgel, 1985). Egonun temel amacı mutlak narsisizme ulaşabilmek için, ego idealinin yansıtıldığı nesneyi içe almak, onunla kaynaşmak ve tek vücut olmaktır; bu arzunun güdümüyle benlik nesnelerle özdeşleşir, nesnelerin özellik ve işlevlerini içselleştirir (Freud, 1923). Ancak ego idealinin nesne ilişkileri içindeki seyri tek yönlü değildir; libidinal ve agresif dürtüsel hatlarda farklı seyir izler. Örneğin, libidinal nesne ilişkisel hatta sevgiyle güdülenen benliğe, organik eksikliğini ve ontolojik yetersizliğini gidermek üzere yaratıcı fantezilerin ilhamını veren ego ideali, agresif nesne ilişkisel hatta benliği şiddete teşvik eder; nefretle güdülenen benlik arzuladığı mutlak doyumdan ve mutluluktan (mutlak narsisizm) kendisini alıkoyduğunu sanrıladığı nesnelere –fantezide ve\veya gerçekte- saldırır.

Ruhun Karanlığı, Klein’ın Aydınlığı
Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde (1920) eserinde öne sürdüğü ölüm dürtüsü kavramı psikanalitik dünyada hala sonlanmamış, ateşli tartışmalara yol açmıştır. Nitekim kavram, ilk elde, çok az sayıda psikanalist tarafından benimsenir. Ernest Jones gibi, en sadık yoldaşları bile Freud’un öne sürdüğü bu yeni kavrama şüpheyle yaklaşırlar. Hatta ölüm dürtüsünü ileri sürmesinde Freud’un kişisel ölüm endişesinin payı olduğunu düşünenler bile olur. Gerçi, ilk başlarda bizzat Freud’un kendisi de kavramın geçerliliği hakkında alçak gönüllü ve temkinlidir, ancak zaman geçtikçe doğruluğundan giderek daha çok emin olacaktır (Quinidoz, 2006).
Melanie Klein, ölüm dürtüsünün geçerliliğine dair kuvvetli itirazların ve/veya dirençlerin olduğu bir ortamda kavramı benimseyen ve klinik pratiğe uygulayan ilk psikanalistlerden olur. Öyle ki, kavram Klein ve sonrasında Kleincı metapsikolojinin temel sayıltısı haline gelir. Freud’un öne sürdüğü yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki çatışmayı ruhun temel psikodinamiği kabul eden Klein daha da ileri giderek ölüm dürtüsünün ruhsallığın yapılaşmasında ve işleyişinde tayin edici bir role sahip olduğunu düşünür. İnsanı anlamaya çalışırken karanlık tarafından hareketle işe başlamayı yeğlemiştir Klein. Dolayısıyla, insanoğlunun karanlık ve kötücül tarafına ışık tutacaksak şayet, bunun yolu – az veya çok ama mutlaka – Klein’ı anlamaktan geçer.
***
Freud sonrası psikanaliz tarihinin en etkili kuramcılarından sayılan Britanyalı psikanalist Melanie Klein ruhsal gelişimde agresyonun oynadığı rolü öne çıkaran çalışmalarıyla insan ruhunun en ilkel ve en vahşi dinamiklerine ışık tutmuştu. Psikanaliz içinde nesne ilişkileri kuramının kurucusu kabul edilen Klein, ruhsallığı nesne ilişkileri bağlamında ele almış, kuramsal ve terapötik çalışmalarında ağırlıklı olarak oral dönemde gerçekleşen erken dönem nesne ilişkileri ve içselleştirme süreçlerine yoğunlaşırken, ilksel nesne ilişkisi olarak düşündüğü çocuğun memeyle olan ilişkisine özel bir önem atfetmişti (Tura, 1999).
Klein (1957), ölüm dürtüsü tarafından yok edilme tehdidinin kaygının en ilkel hali olduğunu ileri sürer. Bu önemli saptamayı yorumlayarak açalım: Yaşam dürtüsünün etrafında örgütlenebileceği türsel ve bireysel donanımın, içgüdüsel gereksinimleri tatmine taşımaktaki erken dönem yetersizliği, insan yavrusunun ölüm dürtüsünün etkilerini tüm şiddetiyle hissetmesine yol açar. Zira oral evrede, açlık ön planda olmak üzere, içgüdüsel gereksinimler tarafından içeriden ve dışarıdan doğru durmaksızın saldırıya uğrayan bebek söz konusu içgüdüsel uyaranlar karşısında yoğun bir çaresizlik yaşar. Bireysel olarak yaşamın çok başında olmanın verdiği bedensel ve ruhsal acemiliğin (enfantil acizlik) yanı sıra insan türünün bir üyesi olması dolayısıyla içgüdüleri nötralize edebilecek yetkinlik ve yeterlilikte içsel organik egodan yoksun (ontolojik acizlik) olması dolayısıyla gelişen bu çaresizlik içgüdüsel gereksinimlerin kronik biçimde frustre olmasına, şiddetli agresif duygulanımlara ve nihayet ölüm dehşetine yol açar. Gelişimin oral evresinde ölüm açlık kılığında nüksetmiş, “aç bırakılma korkusunu –hatta belki de her türlü fiziksel ve zihinsel acıyı- uyandıran acıkma duygusu, ölüm tehdidi olarak algılanmaktadır.”(Klein, 1957). Enfantil benlik, ruhsal yapılanmanın annenin erişim alanı dışında kalan kısmında cereyan eden tüm bu ilkel agresif yaşantılarla baş etmek durumundadır. Peki, ama nasıl başaracaktır bunu?
Nesne ilişkilerinin kurucu kuramcısı Klein’ın nesnelerin öznel oluşumuna dair açıklaması son derece özgündür ve dürtülerle, özellikle ölüm dürtüsüyle yakından ilişkilidir. Klein ilksel nesne temsillerinin, dış dünyanın aktif nesnel etkilerinden bağımsız bir şekilde, dürtülerin doğrudan uzantısı olarak şekillendiklerini öne sürer. İlk nesne temsilleri, ona göre, deyim yerindeyse, bir tür “hatalı algılama”dan türer. Bebek, ölüm dürtüsünün agresif devinimlerini, öznelliğinde, benliğine dışsal yabancı bir nesnenin veya nesnelerin saldırıları olarak yaşantılar. Ölüm dürtüsü “yok olma (ölüm) korkusu olarak hissedilir ve perseküsyon korkusu biçimini alır…[ölüm dürtüsü] kendini bir nesneye bağlar –veya kontrol edilemez ezici bir nesneden duyulan korku olarak deneyimlenir.”(Klein, 1946).
Soyut ölüm dürtüsü, kendini öncelikle, bedene içkin somut nahoş/agresif yaşantılamalar aracılığıyla benliğe dışsal kötü bir nesne olarak hissettirir. Nitekim Klein küçük çocuğun somut bedensel gereksinimlerin frustrasyonunu –fiziksel duyumlar, gerilim ve huzursuzluk- yabancı nesnelerin saldırıları olarak yaşantıladığını öne sürer. Sonraki bir makalesinde yalnızca agresif duyumların değil, rahatlık ve emniyet gibi haz verici libidinal duyumların da nesneleştiğini, benliğin bu olumlu duyumları iyi nesnelerden kaynaklandığını sanrılayarak yaşantıladığını öne sürecektir (Klein, 1952). Riviere (1936) Klein’ın kritik değerdeki bu saptamasını öfke duygusuna uyarlar ve öfkeyi oluşturan agresif duyumların çocuk tarafından kötü içsel nesneler olarak yaşantılandığını ileri sürer. Çok ilginç bir saptamayla, çocuğun, yaşantıladığı tüm frustrasyonları yoksun bırakıcı bir öteki temsiliyle kişileştirdiğini iddia eder:

“İçsel yoksunluk ve gereksinim her zaman dışsal bir engellenme olarak hissedilir”.

Görüldüğü üzere, Klein öznel dünyada temsilleşen ilksel nesnelerin, dışsal nesnelerin içselleştirilmesinden kaynaklanmadığı, küçük çocuğun en erken libidinal ve agresif duyumlarının fenomenolojisini açıklamak ve anlamlandırmak üzere adeta kendiliğinden oluştuğu görüşündedir (Greenberg ve Mitchell, 2000 [1983]). Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, olumlu/libidinal ve olumsuz/agresif tüm duyumlar, en başından itibaren, salt heyecansal halleriyle değil, kişilik kazanıp öznellikte birer nesne temsili halinde ve/veya iyi veya kötü nesnelere atfedilmek suretiyle yaşantılanmaktadır. Klein’ın nesnelerin oluşumuna dair bu özgün saptaması, içsel nesne oluşumunu salt içselleştirmelere dayandıran modern nesne ilişkileri kuramlarında büyük ölçüde kaybolacak, bu kayıpla beraber insan ruhsallığına dair önemli bir bilgi de yitirilecektir.

Öznelliğin Paranoid İnşâsı
Melanie Klein’ın ve Kleincı geleneğin insanın iç dünyasını kavramada altın değerindeki bu saptamaları ruhsallığın işleyişine dair derin içgörüler sunmakla kalmaz, insanın kötücül doğasını anlamaya yönelik çok değerli ipuçları da sağlar. Kendi özgün görüşlerimi de katarak ifade edersem, benliğin türsel organik-ontolojik yetersizliğinden ve gelişimsel acizliğinden kaynaklanan agresif değerli nahoş duyumların ve frustrasyonların, iç dünyada kişilik sahibi nesnelere atfen temsil edilmesi, ruhsallıkta her türlü yaşantıyı nesne ilişkisel yaşantılara tercüme eden ruhsal bir mekanizmanın yanı sıra söz konusu nesnelere irade ve niyet atfeden bir başka mekanizmanın varlığına işaret eder.
Ruhsallığın yaşantıları simgeleştirme ve anlamlandırma tarzını yansıtan bu temel mekanizmalar yalnızca agresif/olumsuz yaşantılar için değil, libidinal/olumlu ve agresif/olumsuz tüm deneyimler için geçerlidir. Agresif değerli yaşantılar söz konusu olduğunda, benliğin deneyimlediği olumsuz/agresif duygulanımların ve frustrasyonların sorumluluğu irade sahibi bir nesnenin kötü niyetli kasıtlı eylemine ve/veya eylemsizliğine yorulur. Nesne benliği “kasten ve taammüden” tatminden alıkoymakla ve/veya frustrasyona yol açmakla suçlanmaktadır. İlginç olan şu ki, benliğin söz konusu sanrısal algılamaya kapılması için dışsal bir nesnenin bu algıyı haklı çıkaracak herhangi bir eylemine ve/veya eylemsizliğine hiç mi hiç ihtiyacı yoktur! Daha açık bir ifadeyle, ruhsallık bu algılamayı, dışsal nesnelerle ilişkinin niteliği, olumlu veya olumsuz, her ne olursa olsun, her halükarda üretir. Ontolojik ve/veya gelişimsel acizlikten kaynaklanan agresif yaşantılar, dışsal nesnelerin herhangi bir müdahalesi olmadığı halde, ruhsal sembolik/öznel dünyada, adeta otomatik biçimde, nesnenin kasten sebep olduğu frustrasyonlar olarak yaşantılanır. Dolayısıyla sonuç itibariyle, iç dünyada beliren spontan libidinal veya agresif duyumları irade sahibi nesnelerin varlıkları ve kasıtlı eylemleriyle açıklama/anlamlandırma refleksi, agresif yaşantılar bağlamında işlediğinde, benliğin yaşantıladığı spontan olumsuz deneyimlerden (nahoş duyumlar, frustrasyonlar ve agresif duygulanımlar vb.) hemen her durumda nesneyi sorumlu tutan bir tür paranoid hezeyana yol açmış olur. Nesneyi benlik nezdinde durup dururken şeytanileştiren söz konusu paranoid hezeyan (ki insan ruhsallığındaki “olağan delilik”ten sorumludur) nesneye yönelik fantastik ve/veya reel şiddeti meşrulaştıran ve teşvik eden bir işlev görecek, ruhsal bir algı operasyonuyla dolduruşa gelen benlik; öfke, nefret ve hınçla nesnesine saldıracaktır.

Dikkat edilirse, bu ruhsal şemada agresyonun, kötü nesne temsilinin oluşması ve nesneye yönelik saldırganlık eğilimi; dışsal bir nesnenin müdahalesinden, nesnenin aktif veya pasif kötülüğünden, nesne ilişkisindeki gerçek bir yaşantıdan değil, insani egonun içgüdüleri tatmine taşımaktaki organik yetersizliği sonucu, agresif duygulanımlar ve frustrasyonlar aracılığıyla kendini hissettiren ölüm dürtüsünden kaynaklanır. Ancak hal böyle olsa da, dışsal nesnelerin, niyet taşıyan aktif sorumluluğu olmadığı bu agresif yaşantılar, nesne ilişkileri algoritması içine aktarılıp ilişki içindeki nesnelerin iradesi ve niyetiyle açıklanır. İnsan ruhuna has bu çok ilginç, ısrarlı ve tarafgir çarpıtmanın bir mantığı olmalı. Ama ne?

İnsan, Kendine Düşman
İnsanoğlu ontolojik kaderine savaş açmış tuhaf bir varlıktır. Evrimle koşullanmış varoluşun ona pay ettiği kaderi asla hazmedememiş, frustrasyonlarla dolu yazgısını bozmaya, arzusu doğrultusunda yeniden şekillendirmeye nafile çabalayıp durmuştur. Aslında istediği, son tahlilde, insan olmanın doğal kaderinde yer alan olumsuz/agresif yaşantılardan kaçınmak, ebediyen kurtulmaktır. Mutlak narsisizm fantezisi, bu istemi destekleyen en önemli ruhsal deneyimdir. Zira söz konusu fantezi eksiklikler, yetersizlikler ve frustrasyonlarla karakterize insanlık durumundan kurtulma isteği duyan benliğin nihai arzusuna işaret eder. Yeterince tatmin edici bulunmayan mevcut nesne ilişkilerinin ve dünyevi mevcudiyetin ötesinde, her arzunun tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete kavuşacağı ideal bir varoluş hali olarak kurgulanan mutlak narsisizm, ruhsallıkta sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılanır. Nesnel dünyada ihya edilmek istenen bu ruhsal mükemmellik durumu tüm bireysel ve toplumsal ideallerin bilinçdışı güdüsünü oluşturur. Nitekim bireysel ve kolektif tüm narsisistik fanteziler, geçmişten bugüne dek mitolojik ve dini tüm cennet tasvirleri ve birçok ideolojik ütopya bu arzu dolu hayali içerir: Açlığın, yoksunluğun, acının ve kaybın, hayal kırıklığının, tatminsizliğin ve mutsuzluğun, aczin ve cehaletin, emniyetsizliğin ve nihayet ölümün olmadığı fantastik bir dünya tasavvuru.
Ruhsallığın olağan işleyişi içinde tespit etmiş olduğumuz paranoid hezeyan, narsisistik arzu doğrultusunda iş gören temel bir ruhsal düzenek olarak dikkat çeker. İnsanlık durumunu karakterize eden eksiklikler, yetersizlikler ve frustrasyonlar paranoid mekanizma devreye girdiğinde bambaşka bir anlam kazanıp kötü niyetli nesnelerin kasıtlı eylemlerine ve/veya eylemsizliklerine yorulur. Bu yorumlama eğilimi tesadüfî değildir; zira bu sayede insanoğlu “makûs talihi” saydığı insanlık durumundan kurtulabileceği inancını geliştirir. Değişmesi imkânsız ontolojik kaderini, ruhsal bir abrakadabrayla, etkiye ve değişime açık bir nesne veya nesne ilişkisiyle ikame etmeye kalkışır. Kadere kılıç işlemez, derler. Şayet, mutsuzluğa sebep olan değişmesi imkânsız kader değil de, nihayetinde, kötü bile olsa, değişme/değiştirme imkânı olan bir nesne ise tüm frustrasyonlardan ve olumsuz sonuçlarından kurtuluş umudu da belirmiş olur. Zira “kötü nesne” bir ihtimal ikna olabilir, bir umut iyi nesneye dönüşebilir, olmadı mı, son çare ortadan kaldırabilir. İşte o vakit, insanoğlu tüm ıstıraplarından, tatminsizliklerinden ve bilcümle mutsuzluklarından ve hatta ölümden kurtulur, mutlak narsisizmin tanrısal krallığına, her arzunun ve hevesin doyum bulduğu ebedi saadet cennetine kavuşur. Kötü nesne tasavvuru, insanoğlunun narsisistik ütopyasının ayrılmaz parçasıdır dolayısıyla. Söz konusu ütopyaya aldanmayı sürdürdüğü ölçüde insan(lık) için vazgeçilmez bir ruhsal gereksinim olmayı sürdürür. Zira kötü nesne temsili, neden mükemmel cennette değil de kusurlu dünyada olduğumuzu açıkladığı gibi bertaraf edildiği takdirde hasreti çekilen mutluluk umuduna da işaret eder.

Kaderine küs insanoğlunun en büyük arzusu insan olmaktan kurtulmaktır anlaşılan. İnsan olarak şekillenirken bu hali yadsımak üzere de şekillenmişiz, besbelli. Ancak bedeli gerçeklikten kopmakla ödenen, bozguna uğramaya mahkûm belki hoş ama boş bir hayali içeren bu varoluşsal yadsıma gerisinde hep çokça hayal kırıklığı ve acı, bolca gözyaşı ve kan bırakır. Cenneti ararken dünyayı cehenneme çeviren insanoğlu, tanrısallık peşinde koşarken şeytanileşir, arzusu en büyük azabı ve gazabı olur.
Umut edilecek bir başka seçenek daha mevcut oysa. Gün olur da “varoluşsal mutsuzluğu”nun sebebinin boş yere suçladığı nesne(ler) değil de bu dünyadaki mevcudiyet biçimi olduğunu fark eder ve gerçekleşmesi imkânsız tümgüçlü narsisistik hayalinden feragat edebilirse, insan için yepyeni bir varoluşun kapısı aralanır. Kendisine ve dünyasına farklı bir bilinçle yaklaşır, nefretin ve arzunun fuzuli yükünden kurtulur. İnsan olmanın sınırları ve imkânlarıyla yetinebilecek kalenderliği gösterebildiği ölçüde ise kendisiyle ve dünyasıyla içtenlikle barışma imkânına kavuşur, varoluşun belki gösterişsiz ama hakiki neşesiyle tanışır. Ancak şimdiden baktığımızda görünen, o vakte daha çok zaman var.

Şimdi, tüm bu bilgi ve yorumlar ışığında Klein’ın betimlediği gelişimsel sürece, bahsi tamamlamak üzere geri dönelim.

Pandora’nın Kutusu
Oral evrede açlık vb. içgüdüsel gereksinimlerin hücumu altında kendini çaresiz hisseden bebek, frustrasyonların yol açtığı agresyonu kötü nesnelere atfeder ve kendini doğuştan saldırgan ve zalim nesnelerle dolu olarak yaşantılar. Ölüm içgüdüsünün türevi olan bu agresyonla baş edebilmek için bir bölümünü dış dünyaya, anneye ve annesinin memesine yansıtmak zorunda kalır. Bu yansıtmayla beraber, bebek, agresyonunu tetikleyen frustrasyonlardan kendi narsisistik yetersizliğini değil, kötü nesneyle özdeşleştirdiği ilk dışsal nesne olan memeyi sorumlu tutacaktır (Klein, 1957).
Yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki savaşın yansıtıldığı ilksel nesne olarak meme, agresyonun yansıtıldığı ve yansıdığı nesne olduğu kadar libidonun yansıtıldığı ve yansıdığı nesnedir de. Bebeğin öznelliğinde olumlu/libidinal duygulanımların kişileştiği ve/veya atfedildiği iyi bir nesne olmanın yanı sıra agresif değerli yansıtmalar sebebiyle kötü bir nesne olarak da yaşantılanan meme, ruhsallıkta, iyi ve kötü parça nesnelere bölünmüş halde birbiriyle ilintisiz iki farklı nesne olarak temsil edilir. İç dünya ancak bölünme pahasına kurulabilmiştir deyim yerindeyse. Dışsal nesnelerle ilişki bu öznel bölünmenin gölgesi altında başlayacak, olumlu yaşantılar ruhsallıktaki bölünmeyi hafifletirken olumsuz yaşantılar derinleştirecektir.
Oral dönemde meme (veya meme yerine geçen herhangi bir nesne) iyi nesne kipi içinde, bebek tarafından besin kaynağı olmanın çok ötesinde, yaşam kaynağı olarak algılanır Klein’a göre. Bir başka deyişle, bebeğin öznelliği açısından iyi meme, salt fiziksel bir nesneden ibaret değildir. Besleyici ve doyurucu bir meme yaşam içgüdüsünü temsil eder ve bu niteliğiyle benliği cömert, sevecen, ihtiyaçlarına duyarlı, sevdiği ve sevildiği dost bir dünyada yaşadığı hissiyle donatır. Bu hissin içinde mutlak narsisizmin kesif mutluluğuna yakın bir şey vardır. Ego idealinin ilk yansıtıldığı nesne olarak meme besleyiciliğiyle bebeğe bu dünyada adeta cenneti yaşatmaktadır. Meme aracılığıyla gerçekleşen huzurlu ve nispeten kesintisiz beslenme deneyimi sayesinde bebek anneden eşsiz bir armağan aldığını hisseder ve bu armağan karşısında derin bir şükran duyar. Anne ona umutlu, iyimser, iyicil ve coşkulu bir hayat armağan etmektedir zira. Böylece meme iyi bir nesne halinde benliğe içselleşirken olumlu ruhsal yapı ve gelişimin temelleri atılmış olur (Klein, 1957).
Klein (1957) bebeklik döneminde yaşanan mutluluğun ve benliğe dâhil edilen iyi nesneyle sevgi dolu ilişkinin, kişiliğin zenginleşmesinin temel dinamiği olduğunu vurgular ve etkilerinin yaşam boyu devam edeceğini ileri sürer. Öyle ki bu içsel olumlu nüve insana yaşlılık çağlarında bile içsel destek ve tatmin duygusu sağlar. İyi nesneyi iç dünyasına güvenli biçimde ekebilmiş kişi, yaşam içinde kayıplara ve yoksunluklara karşı daha tahammüllü olacak, ola ki bir gün sarsıldığında, kendisini hiçbir koşulda terk etmeyen iyicil içsel nesnesinden kuvvet alarak yeniden doğrulabilecektir.
***
Optimal anne-bebek ilişkisinde bile mutlu yaşantıların yanı sıra, dünyevi yaşam ve insanlık hali gereği, kaçınılmaz frustrasyonlar, tatminsizlikler ve aksamalar yaşanacaktır. Oral nitelikli frustrasyonlar, olumsuz yaşantıları otomatik biçimde nesneye atfeden (hâlihazırda var olan) paranoid hezeyanı uyarır, iyi nesne-kötü nesne arasındaki içsel bölünmeyi şiddetlendirir, dahası bebekte memenin onu doyumdan bile isteye yoksun bıraktığı sanrısı yaratır. Bebeğin fantezi dünyasında meme sütü, sevgiyi ve şefkati benlikten esirgemek suretiyle muhtaç olduğu yaşamsal besini alıkoyan kötü bir nesneye dönüşür. Sadece bu kadarla kalmaz. Neden olduğu frustrasyonlarla meme benliğe çok daha esaslı bir kötülük yapmaktadır; benliğin memede yansıyan ego idealiyle özdeşleşmesine engel olmakta, onu mutlak narsisizmin eksiksiz doyumundan kasten alıkoymaktadır. Bebek agresyonunu ve saldırganlığını fantezi dünyasında kötü ve cimri olarak yaşantıladığı memeye aktaracak, öznelliği içinde çatışmalı ve çekişmeli bir hal alan memeyle ilişkisi var olan tüm tatmin duygusunu tehdit edecektir (Klein, 1957) .
Haset tüm trajik sahnesiyle kurulmuştur artık. Klein’ın ruhsallığın gelişiminde, yapılaşmasında ve işleyişinde temel önem atfettiği, ruhsal dünyanın en kadim ve belki de en entrikalı psikodinamiği olan haset nesne ilişkilerini derinden etkilemekle kalmaz, ilişkilerdeki şiddetin etken maddesini de oluşturur. Özellikle, narsisistik çatışmalarda merkezi öneme sahip olan bu habis dinamik, frustre edici ve mahrum bırakıcı olarak yaşantılanan birincil nesneye (memeye, anneye ve ardıl önemli nesnelere) yönelik öfke ve kinin özgül bir biçimidir. İlk kez anneyle çocuk arasındaki ikili narsisistik ilişkide beliren haset gelişimsel süreçte ilave dinamikler kazanarak öznelliği tüm kuvvetiyle belirlemeyi sürdürür. Oidipal evrede nesne ilişkisinin üçgenleşmesine koşut biçimde, esası değişmemekle beraber, daha çetrefil bir psikodramaya evrilir; narsisistik evrede birincil nesne (anne/anaç nesne) tatmini benlikten esirgemekle kalırken Oidipal evrede benlikten esirgediği tatmini bir başkasına (babaya) sunmaktadır. Nitekim Oidipal evrenin en zorlu meselesi çatallaşmış bu hasedi aşmak olacaktır.
Hasedin en trajik yanı arzu nesnesinin aynı zamanda nefret nesnesi olmasıdır. Nesneye yönelik bu çift değerli yatırım çok yönlü tahribata yol açar; birincil nesnenin iyi nesne olarak kökleşmesini engeller, agresyonun yoğunlaşmasına ve iç dünyaya tümden egemen olmasına, arzunun sevgi yerine nefreti uyarmasına neden olur ve nihayet nesneye yönelik kronik saldırganlığı teşvik eder. Erken dönem anne-bebek ilişkisinde muhtaç olunan nesnenin kendini ve/veya gereksinim duyulan şeyi benlikten esirgemesi sonucunda meydana geldiği sanrılanan frustrasyonlar benlikte bilinçli veya bilinçdışı biçimde, esirgenen -özellikle en çok hayran olunan ve arzulanan- şeyi/nesneyi tahrip etme, bozma ve kirletme, zorla gasp etme ve saldırma isteğine neden olur (Kernberg, 1995). Söz konusu fantastik ve gerçek yaşantılar bağlamında ruhsal gidişat adeta bir refleks hareketiyle psikopatolojiye ve kötücüllüğe doğru meyleder.
Şimdiye dek içsel dinamiklerin belirlediği sürecin bundan sonraki gidişatını anneyle (ve gelişimsel süreçte oluşan ardıl nesne ilişkilerinde) çocuk arasındaki nesne ilişkisinin özgül niteliği belirleyecektir. Şayet ikili ilişkide anne çocuğun gereksinimlerini gereğince aynala(ya)maz ve çocuk sürekli biçimde frustrasyona maruz kalırsa hâlihazırdaki haset dinamiği anneyle somut ilişkide doğrulanacak, pekişip güçlenecek, benlik hızla kötücüllüğe ve psikopatolojiye sürüklenecektir. Ancak, öte taraftan, doğuştan gelen yapısal koşulların (Kleincı bağlamda düşünüldüğünde, yaşam ve ölüm dürtülerinden birinin çocuk özelinde yapısal olarak daha baskın olması ve/veya egonun doğuştan gelen yapısal gücü) yanı sıra annenin eşduyumundan kaynaklanan fiziksel ve ruhsal koşullar gerekli ve yeterli doyumu temin edebilecek elverişliliğe sahipse gelişimsel süreç optimal yönde seyredecektir.
Yapısal avantajların güvencesi altında enfantil benliğin yaşantıladığı istikrarlı doyum yardımıyla eğer memenin iyi nesne temsili benliğe yerleşmiş ve yeterince kök salmışsa, kötü meme algısından türeyen agresif yönelim ve saldırganlık, memeyle ilişkinin temelde olumlu niteliğini hepten sarsmayı başaramayacaktır. Üstelik her şey yolunda giderse, benliğin deneyimlediği olumlu libidinal yaşantıların olumsuz agresif yaşantılara baskın gelmesi sonucu libidonun agresyonu hâkimiyeti altına alması sayesinde gelişim sürecinde beliren yeni bir avantaj, iyicilliğin kötücüllük karşısında bir mevzi daha kazanmasına hizmet edecektir: Benlik ve nesne temsillerindeki aşırı iyi ve aşırı kötü kutuplaşmasının, bütünsel bir benlik ve bütünsel bir nesne temsilinde mutedil bir hal almasıyla, kısmi nesne ilişkileri çift değerli bütünsel nesne ilişkilerine (ki Kleincı gelişim şemasında ruhsallığın paranoid-şizoid konumdan depresif konuma evrilmesine karşılık gelir) evrilecektir. Tüm bu gelişmelere paralel olarak özne son derece sarsıcı ve sürpriz bir farkındalığa ulaşır: Sevdiği nesneyle nefret ettiği nesne, onu besleyen müşfik nesneyle onu mağdur ettiğini sanrıladığı zalim nesne aynı nesnedir. Şimdiye dek haset ve öfkeyle saldırıp tahrip ettiği nesne o pek sevgili nesnesiymiş meğer! Üstelik “sevgili nesne”si gerçekle fantezinin birbirine karışıp durduğu o alacakaranlık alanda yapıp ettiği tüm hırçınlıklarına rağmen onu sevmeyi ve beslemeyi sürdürmüş, tümden kötüleşmemiştir. Gelişen gerçeklik duygusu sayesinde, benlik, giderek, nesnenin algılanan kötülüğünün büyük ölçüde kendi agresyonundan ve yansıtmalarından kaynaklandığını anlayacaktır. İnsanlar ve dünya, zannettiği kadar ve zannettiği gibi kötü değildir aslında; suçluluk ve vicdan azabı belirir, nefret sevgiyle yumuşatılır, nesneye verilen zarar onarılmaya çalışılır.
Yapısal ve nesne ilişkisel koşulları elverişli olmayan, gelişimsel süreçte tekrarlayan travmatik frustrasyonlara maruz kalan “talihsiz benlik” maalesef tüm bu onarıcı/düzeltici yaşantılardan ve gelişimsel kazanımlardan mahrum kalacak, agresyonla yüklü, bölünmüş ve parçalı bir iç dünyaya hapsolmuş halde kötücüllüğe ve patolojiye doğru güçlü bir eğilim gösterecektir.

Eros ve Vicdan
Peki, sevgi temelli libidinal bütünleşmiş nesne ilişkisinin benliğe egemen olmasıyla insan ruhuna içkin kötücül çekirdek tümden ortadan kalkar mı? Sevgi ve adalet, huzur ve barış iç ve dış dünyada ebedi saltanatını tereddütsüz ilan edebilecek mi birgün?
İnsan denen varlığın sırlarına vâkıf oldukça koşullu bir umut ve temkinli bir iyimserlikle yetinmek zorundayız. Ruhsallığa içkin kötücül çekirdeğin enerjisini ilişki dışı bir alandan devşiriyor olması onu etkisizleştirmeyi imkânsız kılar; kötümserliğimiz bundan. Ontolojik ve gelişimsel acizlik sonucu yaşanan kaçınılmaz frustrasyonların faturasının otomatik biçimde nesneye çıkarılması kaçınılmaz olarak benlikte muhtaç olduğu nesnenin imkânlarını kendisinden esirgediği hezeyanına yol açar. Anne-bebek ilişkisinde (ve gelişimsel süreçte oluşan ardıl nesne ilişkilerinde) yaşantılanan gerçek frustrasyonlarla birleşince iyiden iyiye kuvvetlenen bu hezeyanın içinde devinen benlik öfke ve nefret, haset ve hınç, açgözlülük ve yıkıcılıkla nesnesine ve giderek tatmine engel olduğunu zannettiği tüm dünyaya ve nesnelerine saldırır. Açık saldırganlığın yanı sıra geliştirdiği zorbaca bir tavırla muhtaç olduğu tatmini kendinden esirgediğini sanrıladığı nesneleri arzusu doğrultusunda davranmaya zorlar (omnipotent kontrol). Bir türlü elde ettiklerinin keyfini süremeyen, kronik mutsuz, her daim huzursuz, ne tüketse doyumsuz, nesnesine düşman “kriminal ruh”u tümden yatıştırmak olası değildir, zira aslen nesne ilişkilerinin nüfûz edemeyeceği bir alana aittir. Peki, şifası olmayan bu hâlin ıslahı mümkün mü acaba? Aslına bakılırsa insani varlığın bu dünyadaki mevcudiyet biçiminden kaynaklanan ve dolayısıyla “nesnel faili” bulunmayan varoluşsal mutsuzluğundan nesnesini sorumlu tutup saldırganlaşan “kriminal benliği” durduracak tek şey, sevginin nefret üzerindeki hâkimiyetinin temsilcisi, öznelliğin merkezinde ikamet eden, bu sayede kendini ve nesneyi bütün halleriyle seyredebilen “bütünleşmiş libidinal benlik”tir sezebildiğimiz kadarıyla. Bütünleşmiş libidinal merkezi benlik, kötücül benlik parçasının saldırdığı nesnenin aslında sevilen nesneyle aynı nesne olduğunu görebildiği için bu saldırıyı etkisiz hale getirebilir, olmadı, telafi edebilir. Nitekim Klein (1957), suçluluk ve vicdanın, saldırganlığın yöneldiği nesnenin aynı zamanda sevilen nesne olduğunun farkındalığından türediğini söyleyecektir. Dolayısıyla, benlik saldırdığı veya saldıracağı nesnenin aslında sevdiği veya sevebileceği bir nesne olduğunun bilinciyle, içinden türeyen kötücüllüğü fark edebildiği, dizginleyebildiği, nesneye vermiş olduğu fantastik ve/veya gerçek zararı onarabildiği ölçüde vicdanileşir ve olgunlaşır .

Koşullar elverdiğinde, Klein’ın öngördüğünün ötesinde başka bazı ruhsal gelişmeler de imkân dâhiline girer: İnsan, varoluşsal mutsuzluğundan herhangi bir nesnenin sorumlu olmadığını, söz konusu mutsuzluğun bu dünyadaki mevcudiyet biçiminin kaçınılmaz bedeli olarak yaşanması gerektiğini, dahası bu yazgısal mutsuzluğu hafifletmek mümkün olsa bile gidermenin imkânsızlığını fark ettiği ölçüde bilgeleşir. Bu bilinç doğrultusunda, haksız yere suçladığı nesneleri ve kötülükle dolu hissettiği benliğini varoluşsal mutsuzluğun sorumluluğundan azleder. Bu dünyada insan olarak yaşıyor olmaktan kaynaklanan kaçınılmaz ıstıraplardan kendisini kurtaracağını -boş yere- umut ettiği nesneleri yüceltmekten de vazgeçer. Benlik ve nesneleri tanrısallıktan ve şeytanilikten arınıp insanileşir ve dünyevileşir.
Tüm bu ruhsal gelişmeler gerçeklik sınamasının güçlenmesiyle taçlanır; imkânsız ile mümkün olan arasındaki sınır belirginleşirken kendilik, dünya ve nesneleri nispeten hakiki halleriyle, dünyevi ve insani imkânları ve sınırlılıkları, iyicil ve kötücül yönelimleri içinde, çok daha gerçekçi biçimde algılanır hale gelir. Gerçeklik algısını bulandıran boş endişe ve nafile arzulardan kurtulmuş benlik hayatı başka türlü yaşama imkânına kavuşur.
İnsanın içindeki kötücül çekirdeğin ontolojik kökeni dolayısıyla sıfırlanması olası değildir maalesef; evet, bir tür “kötü kader”. Ancak, insanoğlu bu dünya ve nesnelerine sevgiyle bağlanmak suretiyle bu kötücüllükten kendisini ve sevdiklerini sakınabilir, içsel kötülüğünü içsel iyiliğini çoğaltarak denetim altında tutabilir, baskılayabilir, verdiği zararı onarabilir. Bu beceri insan ruhsallığı açısından bilinçli, zahmetli ve her an özen isteyen bir gayreti gerektirir, zira ne yazık ki, insanın kötücüllüğü neredeyse refleksif, iyicilliği ise büyük ölçüde iradîdir. Bu yüzdendir ki, iyicillik kötücüllük karşısında hâkim konuma geçse bile hassas ve kırılgan bir denge üzerinde yükselen iktidarı mutlak ve ebedi değildir.
İnsani varlığa içkin kötücüllük tekil ölçekte benliğin, toplumsal ölçekte ise uygarlığın esenliğine yönelik kronik bir tehdit oluşturur. Nitekim benliğin ve “uygarlığın huzursuzluğu”, son tahlilde, ontolojik doğası gereği asla sıfırlanamayan, ruhsal hâkimiyeti ele geçirmek üzere fırsat kollayan kötücül benlik çekirdeğinin yol açtığı söz konusu kronik tehdide dayanır. İnsanın (ve insanlığın) dünya ve nesneleriyle kurduğu, giderek çoğalan ve zenginleşen sevgi bağları tatmin yaşantısının güvencesi olduğu kadar, kendine ve dünyaya düşman, nefretle güdülenen yıkıcı benlik parçasına ve uzantısı agresif nesne ilişkilerine karşı da en etkili panzehirdir.
Dünyanın bugünkü politik ve ekolojik durumunu göz önüne aldığımızda artık giderek daha iyi fark ediyoruz ki insanlık salt bilgi ve teknolojiye dayanmak suretiyle daha vicdanlı bir uygarlık yaratabilmiş değil, bilakis tersini iddia etmek bile mümkün. Nitekim insanoğlu bilgiyi ve imkânlarını kötücüllüğün hizmetine koşmak suretiyle zulmün çok daha incelikli yollarını keşfetmiş görünüyor. Bilgi kadar bilgeliğe, arzu kadar sağduyuya, zekâ kadar sevgiye, akıl kadar vicdana ihtiyacımız var demek ki, zira uygarlık vicdan olmaksızın zulümdür.
Yaşam içgüdüleri uyarınca insan türünün biyolojik ve kültürel devamlılığı, iyicilliğin kötücüllüğü baskılayabilme becerisine, insanoğlunun sahip olduğu imkânları kötücüllüğün değil iyicilliğin, nefretin değil sevginin hizmetine adamasına bağlıdır. Nitekim Freud 1926’da Fransız yazar Romain Rolland’a şöyle yazar:

“Ben insan sevgisine duygusallıktan ya da ideallerden dolayı değil soğukkanlı, ekonomik nedenlerden ötürü tutunuyorum, zira insan sevgisini, dürtü donanımımız ve çevremizin koşulları dâhilinde, insan türünün yaşamda kalması için en az teknik kadar vazgeçilmez buluyorum.”(Freud, 1927).

Eros ve Ölüm Tanrısı arasında sürüp giden ezeli ve ebedi savaşta, dünyanın ve insanların, ağaçların, kuşların ve parkların, dağların ve suların ve dahi bilcümle varlığın esenliği adına vicdanımız ve irademiz Eros’tan yana. “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”

SOL MEMENİN ALTINDAKİ

Karanlık Zamanlar
1930 Eylül’ünde Almanya’da Nazi partisi Reichstag seçimlerinden ezici bir zaferle çıktı. Adolf Hitler’e ve partisine iktidar yolunu açan bu zafer, çıplak kötülüğün yıllarca sürecek kanlı saltanatının belki de ilk habercisiydi. 7 Aralık 1930 tarihinde Arnold Zweig’e yazdığı mektupta Sigmund Freud geleceğe dair karamsarlığını gizleme gereği duymayacaktı:

“Karanlık zamanlara yaklaşıyoruz. Geç yaşımın kayıtsızlığı sayesinde belki bunun için endişe duymam gereksiz ancak yedi torunuma acımaktan kendimi alıkoyamıyorum.” (Quinodoz, 2006).

Yaklaşık bir yıl önce yayınlandığında büyük bir ilgiyle karşılanan ve kısa bir süre içinde birçok dile çevrilen Uygarlığın Huzursuzluğu kitabı tüm karamsar tonuna rağmen umut dolu bir sonla bitiyordu oysa. İnsanlığın kaderini belirleyecek olan asıl soru, uygarlığın, birlikte yaşamayı tehdit eden yıkıcı dürtülerden kaynaklanan saldırılarla baş edip edemeyeceğidir, diyordu. İçinde bulunulan tarihsel döneme dikkat çekiyor, doğal güçler karşısında elde edilen hâkimiyetin marifetiyle, insanların birbirini tümden ortadan kaldırmalarının işten bile olmadığını vurguluyordu. Ancak Eros ve Ölüm (ya da yaşam içgüdüleri ile ölüm içgüdüleri) arasındaki ezeli ve ebedi savaşta, Eros’un rakibi karşısında kendi üstünlüğünü gösterebileceğini umut edebileceğimizi söylüyordu her şeye rağmen (Freud, 1999 [1930]). Hitler’in iktidarı ele geçirmesinden sonra, Freud, kitabın 1931 baskısında bitişe şu final cümlesini ekleme ihtiyacı hissetti: “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”.
1938 Mart’ında Hitler Almanyası Avusturya’yı ilhak etti. Birkaç hafta sonra paha biçilmez değere sahip psikanalitik yayınevi Verlag saldırıya uğrayıp tahrip edildi. Giderek artan Nazi tehlikesi karşısında Ernest Jones ve Prenses Marie Bonaparte başta olmak üzere tüm kaygılı dostları Freud’a ülkeyi terk etmesi yönünde ısrarlı çağrılarda bulunmaya başladılar. İngiliz ve Amerikan diplomatların başını çektiği uluslararası kampanya Freud’un ülkeden ayrılmasına izin vermeleri için Alman ve Avusturyalı otoriteler üzerinde oldukça etkili bir baskı oluşturdu ve nihayet 3 Haziran 1938’de Freud, karısı Martha ve kızı Anna Londra’ya gitmek üzere Viyana’yı terk ettiler; ancak Freud’un çıkış izini alamayan dört kız kardeşi geride kaldı, birkaç yıl sonra bir Nazi kampında öleceklerdi (Quinodoz, 2006).

Eros ve Tanatos’un Ezeli ve Ebedi Savaşı
Freud (1999, [1930]) uygarlık ile dürtüler arasındaki bağdaşmaz karşıtlığın içyüzünü ve akıbetini araştırdığı Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında, uygarlığın toplumsal bütünlüğü ve esenliği korumak adına libidinal ve agresif dürtüleri ketlediğini ileri sürer. İnsan cinselliğinin uygarlık tarafından kötü muamele gördüğünü ve nihayetinde önemli birer mutluluk kaynağı olan aşkın ve cinselliğin değerini azalttığını öne süren Freud’a göre uygarlık, cinsel nesne seçimini karşıt cinsle sınırlamakla kalmaz, genital cinselliğin dışında kalan tüm tatmin biçimlerini, cinsel sapkınlıklar olarak yaftalamak suretiyle yasaklamaya çalışır. Geriye kala kala üremenin hizmetinde heteroseksüel, genital ve tek eşli aşk kalır.
Cinsel dürtülerin doğrudan tatminini ketlemekle yetinmeyen uygarlık, agresif dürtüleri de dizginlemeye çalışır. İnsanda güçlü bir agresif eğilimin varlığına işaret eden Freud, insanın, sevgi peşinde koşan, yalnızca saldırıya uğradığında kendini savunan nazik bir yaratık değil, bilakis, saldırganlığa, yıkıcılığa ve vahşete eğilimli son derece yırtıcı bir tür olduğunu belirtir. Örneğin, onun için yanı başındaki komşusu, başı sıkıştığında yardımına koşacak biri ve/veya muhtemel bir cinsel nesne olmanın ötesinde, yeri geldiğinde saldırganlığını üzerinde tatmin edeceği, rızası olmaksızın cinsel açıdan kötüye kullanabileceği, malını mülkünü gasp edeceği, işgücünü karşılığını sunmadan sömürebileceği, aşağılayıp işkence edebileceği ve nihayet öldürebileceği birisidir aynı zamanda: Evet, insan insanın kurdudur! Koşullar elverişli hale gelip de agresyonu denetim altında tutan erotik kökenli ruhsal güçler devreden çıktığında saldırganlık zincirlerinden tüm azgınlığıyla boşanır ve insan denen varlık, merhamet nedir bilmez vahşi bir canavara dönüşür (Freud, 1999 [1930]). Yaşamın ve tarihin tüm acı ve kanlı deneyimlerinden sonra, diye meydan okur Freud, kim bu söze karşı çıkacak cesareti gösterebilir ki? Evet, gerçekten kim?
Uygarlık insanlar arası ilişkileri tahrip etmesi kuvvetle muhtemel bu zorba eğilimi denetlemek için oldukça yüklü karşıt enerjiye gereksinim duyar; ahlaki, dini, etik, yasal vb. standartlar geliştirmek yoluyla agresif itkilere sınırlar koymaya çalışır. Gerçi, dünyanın ve memleketin şu an içinde bulunduğu hazin duruma bakarsak bu uğurdaki çabaların yeterince başarılı olduğunu söylemek güç. Üstelik hâkim politik-toplumsal iklim agresif dürtüleri baskılamaktan ve insancıl biçimlere yüceltmekten ziyade en yıkıcı ve en ham haliyle kışkırtmaktan ve azdırmaktan yana ne yazık ki. Freud’un iyimserliğini paylaşıp uygarlığın zamanla gereksinimlerimizi daha çok tatmin edecek biçimlere evrileceğini ümit etsek bile, bu beklentimizin temenniden öteye geçmeyebileceğini hatırda tutmakta yarar var. Bu gerçekçi ihtiyat boşa değil; zira insan ruhsallığının nasıl işlediğine dair farkındalığımız bizi boş bir umuttan alıkoyuyor. Ruhsal coğrafyada, insanları libido/sevgi temelinde bir araya getiren ve uygarlığın hizmetinde iş gören Eros ile ölüm dürtüsünün türevi olan agresif ve yıkıcı eğilimler arasında bazen birinin alta düşüp diğerinin üste çıktığı, seyri ve akıbeti belirsiz, mutlak bir zaferden uzak -ama madem hayat devam ediyor, demek ki Eros’un burun farkıyla önde götürdüğü- ezeli ve ebedi bir savaş ara vermeksizin sürüp gitmekte çünkü.
Peki, Freud’un ölüm dürtüsünün temsilcisi olarak addettiği saldırganlık ve nefret nereden türer? İnsan ruhsallığındaki yıkıcılık ve vahşetin, hasedin ve hırsın, doymak bilmez açgözlülüğün, şehvetin ve şiddetin, velhasıl bilcümle kötülüğün o pek “verimli ve uğursuz” kaynağı nerede yuvalanmıştır? Bu “kötücül” ve tahripkâr dürtü neden bu derece güçlü ve enerjik, neden bu denli ısrarcı ve ihtiraslı ve dahası nasıl oluyor da bir türlü alt edilemiyor? Bireysel ve toplumsal açıdan optimal koşullar sağlandığında agresif dürtünün insan ruhundan silinmesi, yarattığı yıkımların acı hatıralarıyla beraber günü geldiğinde tarih sahnesinden çekilmesi mümkün olabilecek mi acaba?
İnsan ruhunun derinliklerine nüfuz edebilmemizi sağlayan psikanalitik incelemeler yukarıdaki sorulara ilginç bazı yanıtlar sunar. Mesela agresyonun ölüm dürtüsünden kaynaklandığını savlar; iyilik ve kötülüğün ortak bir kökensel nesneye sahip olduğunu, vicdan ile meme arasında bir tür ilişkinin var olabileceğini öne sürer. İnsandaki kötücüllüğün kaynağının en empatik annenin, en insancıl kültürün düzeltici etkilerinin erişim alanı dışında bir yerlerde konuşlanmış olduğunu ima eder dahası. Bu nedenden ötürü, insan ruhunun karanlık ve kötücül doğası, iyi bir ebeveynlikle, etkili bir psikoterapiyle veya umutlu bir devrimle giderilemeyecek cinsten bir tür kader gibi görünür. Eğer bu tespit doğruysa, insan için süreklilik arz eden iyicil, mutlu ve huzurlu bir hayat kelimenin gerçek anlamıyla hayaldir maalesef. Dolayısıyla, iyiliğin kötülüğe mutlak galip geleceği bir Armaggedon asla olmayacak, ruhsal ve dünyevî ütopya hep bir rüya ülkesi olarak kalacaktır. Ancak yine de bir başka teselli edici seçeneğin varlığı mevcut görünmekte: Libidonun agresyona, sevginin nefrete, iyiliğin kötülüğe ve nihayet vicdanın zulme baskın geldiği, madem kötücüllüğü tümden ortadan kaldırmak mümkün değil o halde denetim altında tutulduğu ruhsal bir iktidar ilişkisinin iç dünyada –ve elbet toplumsal bir muadilinin dış dünyada – kökleşmesi. İmkânsız olandan feragat edip mümkün olanla yetinmek durumundayız demek ki. Şimdi kestirmeden verdiğim bu yanıtları en başa sarıp yavaş yavaş anlatmalı.

Şiddetin Psiko-biyolojik Belirleyicisi: Ölüm Dürtüsü
Haz İlkesinin Ötesinde adlı eserinde Freud (1920) ruhsallığın libidinal tatmin ve haz arzusunun ötesinde, çok daha derin ve gizemli bir güdülenmenin etkisi altında olduğunu ileri sürer: Ölüm dürtüsü. Freud’a göre canlı varlığa içkin ölüm dürtüsü, esasında, orijinal inorganik duruma dönmeye yönelik biyolojik bir gereksinimden kaynaklanır. Dürtüsel hayatın temel eğilimini oluşturduğunu öne sürdüğü bu meta-dürtünün hâkimiyeti altındaki tüm dürtülerin nihai amacı maddenin yaşam öncesi inorganik durumunu ihya etmek, cansızlığın mutlak dinginliğine geri dönmektir.
Aslına bakılırsa Freud metapsikolojik çalışmalarının en başından itibaren nöral ve/veya ruhsal yapıda uyarılmışlık halinin söndüğü mutlak dinginlik durumuna yönelik bir eğilimi varsaymış, kuramsal gelişimin hemen her döneminde söz konusu eğilime farklı adlandırmalarla (Eylemsizlik İlkesi, Nirvana İlkesi ve Ölüm Dürtüsü) işaret etmeyi sürdürmüştür. Örneğin 1895 tarihli Bilimsel Bir Psikoloji için Proje elyazmalarında (1950) nöral sistem dâhilinde cereyan eden enerji akışından söz ederken nöral aygıtın birincil işleyişinde enerjinin hemen ve mutlak boşalımının (ki nöral eylemsizlik ilkesi olarak adlandırır) esas olduğunu yazar. Nöronların aldığı enerjinin tümünü boşaltma eğiliminde olduğunu, nöral aygıtın yalnızca boşal(t)ma eğiliminde değil, daha da radikal biçimde uyaran kaynaklarından kaçınma eğiliminde olduğunu iddia eder. Keza, nöral aygıtın işlevinin organizmanın içsel enerjisini mümkün olan en düşük seviyede tutmak olduğunu varsaymış, nöral aygıtı fazla uyaran yükünden koruyan işlevleri söz konusu aygıtın uyaran miktarını sıfır düzeyinde tutmaya yönelik temel eğilimiyle ilişkilendirmiştir (Freud, 1920).
Eylemsizlik ilkesi, Haz İlkesinin Ötesinde eserinde yerini Nirvana İlkesi’ne bırakır. Budizmden ödünç alınmış bir kavram olan Nirvana ilk kez Alman filozof Arthur Schopenhauer tarafından batı düşünsel literatürüne dâhil edilmiştir. Orijinal anlamında, insani arzunun sönmesini, kolektif ruha, huzur ve sükûnet haline dâhil olduğunda bireyselliğin silinmesini ve nihayet mutlak hiçlikte yok olmayı ifade eden kavramın işaret ettiği deneyim psikanalitik kuramda Nirvana ilkesine dönüşür (Laplanche ve Pontalis, 1988). Ruhsal aygıtın içsel veya dışsal kaynaklı uyarılma niceliğini sıfıra veya mümkün en düşük seviyeye düşürmeye yönelik radikal eğilimi temsil eden Nirvana ilkesi Freud’a göre içsel gerilimden mutlak biçimde kurtulmayı amaçlar ve son tahlilde ölüm dürtüsünün nihai istikametini temsil eder.

Ölüm Dürtüsünün Kozmik Efendisi: Entropi
İnsanın hakikatine erişmek uğruna bilincin insana ve hayata dair uydurduğu tüm mitleri, söylediği tüm ‘yalan’ları deşifre etmeyi salt bilimsel ve felsefi uğraşa değil, etik bir sorumluluğa da dönüştürmüş olan psikanaliz, Freud’un ölüm dürtüsü saptaması sayesinde bilincin ve kültürün ölüme dair temel söylemi içinde gizlenmiş bir başka söylemi, hâkim bilincin ‘resmi ideolojisi’ne ters düşen esaslı bir güdülenmeyi bilince çıkarır: İnsan yaşamayı arzuladığı kadar ölmeyi de arzular!
Ruhsallığın derinliklerinde, yaşamın cazibesine kanmayan, var olmanın hiçbir nimetine ve vaadine tenezzül etmeyen, “yaşam çilesi”nin bir an evvel son bulmasını ve cansızlığın dinginliğini tutkuyla arzulayan ölümsever güdülenmenin keşfi, insanın ölümle ilişkisini salt endişeden ibaret sayan bilincin ve kültürün hâkim söylemini temelden sarsar. Varlığı ve yaşamı kutsayan/yücelten hâkim söylemin kategorik olarak sapkın ve/veya patolojik saydığı ölüm arzusunun, illâ ki her koşulda marazi olmayabileceğini ima eden, bilakis en temelde ve son tahlilde canlılığın yaşamsal dinamizmi karşısında doğal bir eylemsizlik tepkisi olduğuna dair saptama, ölüme dair muktedir söyleme esaslı bir darbe indirir. Böylece ölüm dürtüsü ve onun nesne ilişkisel türevi olan ölüm arzusu, Freud’un psikanalitik müdahalesiyle bilincin ve kültürün ideolojik bakışından özgürleşir, yaşam dürtüsüyle eşdeğer konuma kavuşur ve doğallaşır. İnsanın ölümle ilişkisinde endişenin yanı sıra arzunun da yer aldığı nihayet anlaşılır.
Ölüm dürtüsü, iç dünyamızda, kişisel mazimizdeki herhangi bir travmatik yaşantıdan bağımsız, salt yaşıyor olmaktan kökenlenen, belli ki yaşamanın bizatihi kendisini ontolojik bir travma telakki eden ölümsever benliğin varlığında temsilini bulur. Varoluşumuzun alacakaranlık kuytuluğunda, yukarılarda akıp giden hayatın curcunasına sırt çevirmiş, yokluğun ve hiçliğin erdeminden zerre şüphe etmeyen bir mümin misali, vuslat gününü bekleyen bu benlik, yaşam yoluna sapmış varlığa durmaksızın ölümü tebliğ eder.
Yaşamı adeta varlığın bir arızası gibi gören ölümsever benlik, bir an evvel bu “hayati” yanlıştan dönmesi için ölümü icat eden ontolojik bir iradenin; insan ruhsallığında “ölüm dürtüsü” olarak tecelli eden, her canlı organizmaya içkin bu doğal irade ise daha köktenci kozmik bir eğilimin türevidir aslına bakılırsa: Canlılığı ölüme, varlığı yokluğa sürükleyen, canlı veya cansız tüm varlıkları ortadan kaldırmaya göz dikmiş, hiçbir nesnenin karşısında ebediyen tutunmayı başaramayıp önünde sonunda teslim olmak zorunda kaldığı tümgüçlü, aslı astarı belirsiz, tahripkâr bir kudret; termodinamiğin ikinci yasası entropi.
Albert Einstein’ın tüm bilimlerin birincil yasası ilan ettiği, İngiliz astrofizikçi Arthur Stanley Eddington’ın evrenin en üstün metafizik yasası olarak yücelttiği entropi, en yalın ifadeyle, evrendeki tüm varlıkların maksimum düzensizliğe, minimum enerji düzeyine eğilim göstermesidir (“Entropi”, 2015). Varlıkları aşındıran, aşağı çeken, dağıtan, çözen ve giderek yok eden entropik kudretin devinimlerini ve sonuçlarını aslında hepimiz yaşar ve gözleriz: Taş ufalanır, toprak tozar, su aşağı akar, sıcak soğur, hareket durur, taze bayatlar, eşya eskir, et gevşer, saç beyazlar, canlı ölür ve nihayet varlık yok olur. Evrensel düzen içinde, cana ve varlığa kasteden kozmik bir şiddet kol gezer. Ceylanı avlayan aslanın saldırganlığı, insanın akıl almaz vahşeti bu kozmik şiddetten beslenir.

Her Ağacın Kurdu Kendinden Olur ya da Varlığın Diyalektiği
Varlığın nasıl ve neden oluştuğu, ontolojik felsefenin ve teorik fiziğin en temel sorularındandır. Bu köktenci sorunun yanıtı hala büyük ölçüde meçhûlümüz. Ancak en azından şunu biliyoruz; varlık oluşur oluşmaz onu yok etmeye yönelik karşıt bir irade de harekete geçmiş, varlık, kendini ortadan kaldıracak kudreti içinde taşıyan diyalektik bir iç çelişkiyle belirmiştir. Nitekim evrenin tarihinde gözlediğimiz üzere varlıkların çeşitlenmesi, gelişmesi, üst düzeyde örgütlenmiş, enerji düzeyleri yüksek yeni varlık formlarının (canlıların, hayvanların ve insanların vb.) ortaya çıkması canlılığı ölüme, varlığı yokluğa cezbeden entropik şiddetin karşısında varlığı savunan, koruyan ve gözeten “negentropik” bir kozmik bir gücün mevcudiyetine işaret eder. Evrensel ve evrimsel dinamizm bu iki uzlaşmaz kozmik iradenin yansıması olan varlıkla yokluk, yaşamla ölüm arasındaki kahredici ve yaratıcı çekişmenin ürünüdür. Termodinamiğin ikinci yasası bize bu çekişmenin ölümün ve yokluğun lehine sonuçlanacağını kesin bir dille beyan eder; zira entropi zaman içinde evrendeki tüm varlıkları aşındıra aşındıra artık işe yaramaz birer atığa ve nihayet yokluğa dönüştürecektir.
Entropik güdülenmeyle bu eğilime karşı koyan negentropik güdülenme arasındaki diyalektik çatışma Freud’un kuramsal dizgesinde karşılığını bulur. Ruhsallıkta (ve belki de sinir sisteminde) yegâne eğilimin iş başında olduğunu iddia eden Freud metapsikolojik çalışmalarının en başından itibaren ruhsallık içinde, var olan gerilimin bütünüyle boşaltılmasına yönelik bir eğilim ile sabit bir gerilim düzeyini korumaya yönelik bir başka eğilimi birbirinden ayrıştırmayı başarmıştı. Ruhsallığı çeşitli karşıtlıklılar üzerinden düşünme ve kavrama refleksi Freud’un çalışmalarında “serbest-bağlı enerji, eylemsizlik ilkesi-sabitlik ilkesi, birincil süreç-ikincil süreç, haz ilkesi-gerçeklik ilkesi ve ölüm dürtüsü-yaşam dürtüsü” karşıtlıklarına bürünerek kaybolmaksızın devam etmiştir (Laplanche ve Pontalis, 1988).
Yeni bir dürtü kuramıyla ortaya çıktığı Haz İlkesinin Ötesinde (1920) eserinde benzer karşıtlık bu kez yaşam ve ölüm dürtüleri arasında kurulmaktadır. Ölüm dürtüsü ruhsal gerilimi sıfır noktasına doğru azaltmaya, canlı varlığı inorganik haline iade etmeye çalışırken, yaşam dürtüsü Eros bu eğilime karşı koyar. Erosun amacı daha büyük birimler oluşturmak ve onları korumak ve bağlamak iken ölüm dürtüsü bağlantıları çözmek ve her şeyi tahrip etmek derdindedir. Freud, üremeye dönük tohum hücrelerinin, inorganik duruma meyleden dürtüsel eğilimden kaçınmaya çalıştıklarını ancak ölüme karşı çalışsalar da ölümsüzlüklerinin yanıltıcı olduğunu, olsa olsa ölüme doğru uzanan yolu uzattıklarını söyler. Tohum hücrelerini gözeten kudretin, cinsel dürtülere ait yaşam dürtüsü olduğunu düşünür. İşlevleri gereği ölüme yönelen diğer dürtülerin amacına ters istikamette çalışıyor olmaları, ölüm dürtüsü ile yaşam dürtüsü arasında uzlaşmaz bir zıtlık olduğunu açığa vurur.

Eros ve Tanatos İnsanda Örgütleniyor Ama…
Her varlık kendi meşrebi ve kudreti ölçüsünde entropik girdaba direnir, yokluğa karışmamak, mevcut varlığını koruyup sürdürmek için çabalar durur; taş kendince, ağaç kendince, toprak ve gül kendince, sincap ve mavi balina kendince, bonobo ve şempanze kendince, insan kendince.
Hayvanları ele alalım. Hayvani organizmada entropi/ölüm güdüsü ve varlık/yaşam güdüsü, içgüdüler etrafında örgütlenmiştir. Hayvanın canlılığını (dolayısıyla hayvan olarak varlığını) koruması içgüdülerini verili bir habitat (yaşam alanı) dâhilinde tatmin edebilme yetisine ve becerisine bağlıdır. İçgüdüleri nesneleriyle buluşturmak suretiyle tatmine taşıyacak özellikler büyük ölçüde türün evrimsel süreci içinde kazanmış olduğu beceri ve donanımdan ve türün tekil üyesinin yaşam sürecinde edindiği öğrenme süreçlerinden oluşur. İçgüdüsel gereksinimlerini tatmin edebildiği sürece hayvan yaşam enerjisini besler, artırır ve tahkim eder. Bu sayede kendini entropik girdaptan korur ve canlılığını sürdürebilir. Peki, ya insan için durum nedir?
İnsanoğlu diğer hayvanlarla benzer içgüdülere (beslenme, savaş-kaç, üreme, vb.) sahip olmasına rağmen, benzersiz evrimsel geçmiş dolayısıyla, söz konusu içgüdüleri tatmine taşıyacak (nötralize edecek) yeterlilikte beceri ve donanımdan, genetik olarak tayin edilmiş, bedene içkin – deyim yerindeyse- “organik ego ”dan yoksundur. İçgüdüleri nötralize edecek yeterlilikte ve yetkinlikte organik egonun yokluğu sonucu gelişen organik acizlik nedeniyle içgüdüsel uyaranların nöral düzeyde kronik biçimde frustrasyona uğraması, bedeniyle kendini özdeşleştiren benliği -[“Ego her şeyden önce beden-egodur” demişti Freud (1923 )]- kronik bir acizlik ve yetersizlik hissiyle sakatlar. Nitekim narsisistik sorunsal esas itibarıyla bu aciz ve yetersizlikten türer (Kızıltan, 2014).
İnsani egonun içgüdüler karşısındaki narsisistik yetersizliği insandaki kronik ölüm endişesinin temel belirleyicisidir. Yaşam dürtüsünün canlılığı korumak üzere etrafında örgütlenebileceği içsel güçlerden insan türünün organik-ontolojik olarak yoksun olması onu diğer hayvanlara kıyasla entropik kudretin aşındırıcı ve çözücü şiddetine çok daha açık hale getirir. Entropinin ölümcül dehşeti bu nedenle insana özgüdür (Saydam, 2011). Nitekim hayvanlar ancak somut bir yaşam tehdidi karşısında ölüm endişesi olarak yorumlayabileceğimiz kaygı tepkileri gösterirler. Böylesi açık bir tehdit görünmediğinde hayvan (en azından biz “kaygılı ölümlüler” açısından bakıldığında) yaşama içkin ölümlülük veya fanilik gerçeğine kayıtsız olduğu izlenimi verir. Oysa insan ortada o an için yaşamını tehdit eden herhangi bir nesnel gerekçe olmaksızın ölüm endişesini her daim (kavramın en geniş anlamında) bilincinde muhafaza eder. Bu dünyada süreli ve geçici bir varlık olduğu farkındalığı bilincinin bir köşesinde asla sönmeyen bir kandil misali yanar durur.
İnsanoğlu sahip olduğu beden-egonun içgüdüleri tatmine taşıyacak kudrette olmadığını, bu haliyle ölüme çok yakın olduğunu bilincin en derin katmanlarında her an yaşantılar. Nitekim insani bilinç dediğimiz olgu, son tahlilde, canlılığın her an tehdit altında olduğunun farkındalığıyla ilişkili bir yokluk bilincidir. Bu nedenledir ki, insan, varlığının altındaki hiçliği, boşluğu, zeminsizliği ve dolayısıyla ölümü belki de hiçbir canlının hissetmediği kadar fark eder. Kültürel gelişimi sağlayan tüm yaratıcılık süreci de aslında benliğin öncelikle yokluğu, eksikliği, hiçliği tecrübe etmesi, ölüm riskiyle yüzleşip ürpermesi ve sonrasında yaşamda kalabilmek için eksik olanın yerini tutabilecek bir başka şeyi inşa etme kapasitesine (sembolik etkinlik) dayanır. Söz konusu farkındalığın aydınlık yüzü yaratıcılık ise karanlık yüzü kronik ölüm endişesi ve varoluşsal kaygıdır. Ölüm bilinci ve endişesi bu yüzden insani bilincin asal bileşenidir ve bir bakıma, yaşamsever güdülenmeyi ateşleyen, diyalektik bilincin anti-kahramanıdır.

Cennete Giden Yol Cehenneme de Uğrar
İnsani egonun organik-ontolojik acizliği ile simgesel yaratıcılık arasındaki diyalektik ilişki kendini ilkin narsisistik fantezilerin oluşumunda açığa vurur. Söz konusu narsisistik fantezilerin insanın ölüm endişesini yatıştırmaya yönelik işlevinin yanı sıra nasıl nefrete ve şiddete yol açabileceğini birazdan göreceğiz.
Psikanalitik kurama göre insan ruhunun işleyiş mekanizması, acı veren ve/veya tatminden yoksun varoluş durumundan, haz ve tatmini içeren, her tür eksikten muaf narsisistik tamlık durumuna meyleden fanteziler oluşturmaya ayarlıdır. Organik acizlik nedeniyle içgüdülerin nöral frustrasyonu dolayısıyla insan yalnızca içgüdüsel gereksinimlerin tatminini değil, daha ziyade gereksinimlerini tatmine taşıyacak kudrette egoya sahip olmayı arzular. İçgüdüsel tatminin zora girmesi ve yaşanan şiddetli frustrasyonlar tatmini kaçınılmaz biçimde güçle ilişkili hâle getirir, muktedir olma arzusu tatmin arzusuyla iç içe geçer ve benlik her arzusunu tatmin edebilecek kudrette tümgüçlü bir ego ideali fantezisine kapılır. Öyle ki, söz konusu arzu dolu fantezi, içgüdüsel boyuttan özerk bir ruhsal bileşen olarak, insanda bitmez tükenmez bir iktidar tutkusuna yol açar.
Özdeşleşildiği takdirde egoyu acizliğinden kurtaracağı umut edilen ego ideali, benliği mutlak narsisizme taşımayı vaat eder. İnsanın kökensel yetersizliğinden türeyen, nesne ilişkileri içinde yaşadığı frustrasyonlarla güçlenen mutlak narsisizm arzusu ilhamını erken çocukluk çağına özgü tatmin olma/edilme deneyimleri esnasında yaşadığı yoğun hazdan alır. Ruhsallığın tamlık idealini amaçlayan temel arzu kipidir mutlak narsisizm; tatmin için arzulamanın yeterli koşul sayıldığı, insanlık durumunun sınırlarını yıkmaya yönelik tutku dolu bir arzu. Her ihtiyacın tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete ve nihayet ölümsüzlüğe kavuşacağı ideal bir varoluş hali, ruhun ütopyası bir başka deyişle (Kızıltan, 2011).
Mutlak narsisizm arzusunun taşıyıcısı olarak ego ideali, çocukluk döneminin ilk nesnelerine (meme, anne, baba vb.) yansıtılmasıyla beraber başlayan süreçte nesne yatırımlarının ve nesne ilişkilerinin güdüleyicisi olur (Chasseguet-Smirgel, 1985). Egonun temel amacı mutlak narsisizme ulaşabilmek için, ego idealinin yansıtıldığı nesneyi içe almak, onunla kaynaşmak ve tek vücut olmaktır; bu arzunun güdümüyle benlik nesnelerle özdeşleşir, nesnelerin özellik ve işlevlerini içselleştirir (Freud, 1923). Ancak ego idealinin nesne ilişkileri içindeki seyri tek yönlü değildir; libidinal ve agresif dürtüsel hatlarda farklı seyir izler. Örneğin, libidinal nesne ilişkisel hatta sevgiyle güdülenen benliğe, organik eksikliğini ve ontolojik yetersizliğini gidermek üzere yaratıcı fantezilerin ilhamını veren ego ideali, agresif nesne ilişkisel hatta benliği şiddete teşvik eder; nefretle güdülenen benlik arzuladığı mutlak doyumdan ve mutluluktan (mutlak narsisizm) kendisini alıkoyduğunu sanrıladığı nesnelere –fantezide ve\veya gerçekte- saldırır.

Ruhun Karanlığı, Klein’ın Aydınlığı
Freud’un Haz İlkesinin Ötesinde (1920) eserinde öne sürdüğü ölüm dürtüsü kavramı psikanalitik dünyada hala sonlanmamış, ateşli tartışmalara yol açmıştır. Nitekim kavram, ilk elde, çok az sayıda psikanalist tarafından benimsenir. Ernest Jones gibi, en sadık yoldaşları bile Freud’un öne sürdüğü bu yeni kavrama şüpheyle yaklaşırlar. Hatta ölüm dürtüsünü ileri sürmesinde Freud’un kişisel ölüm endişesinin payı olduğunu düşünenler bile olur. Gerçi, ilk başlarda bizzat Freud’un kendisi de kavramın geçerliliği hakkında alçak gönüllü ve temkinlidir, ancak zaman geçtikçe doğruluğundan giderek daha çok emin olacaktır (Quinidoz, 2006).
Melanie Klein, ölüm dürtüsünün geçerliliğine dair kuvvetli itirazların ve/veya dirençlerin olduğu bir ortamda kavramı benimseyen ve klinik pratiğe uygulayan ilk psikanalistlerden olur. Öyle ki, kavram Klein ve sonrasında Kleincı metapsikolojinin temel sayıltısı haline gelir. Freud’un öne sürdüğü yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki çatışmayı ruhun temel psikodinamiği kabul eden Klein daha da ileri giderek ölüm dürtüsünün ruhsallığın yapılaşmasında ve işleyişinde tayin edici bir role sahip olduğunu düşünür. İnsanı anlamaya çalışırken karanlık tarafından hareketle işe başlamayı yeğlemiştir Klein. Dolayısıyla, insanoğlunun karanlık ve kötücül tarafına ışık tutacaksak şayet, bunun yolu – az veya çok ama mutlaka – Klein’ı anlamaktan geçer.
***
Freud sonrası psikanaliz tarihinin en etkili kuramcılarından sayılan Britanyalı psikanalist Melanie Klein ruhsal gelişimde agresyonun oynadığı rolü öne çıkaran çalışmalarıyla insan ruhunun en ilkel ve en vahşi dinamiklerine ışık tutmuştu. Psikanaliz içinde nesne ilişkileri kuramının kurucusu kabul edilen Klein, ruhsallığı nesne ilişkileri bağlamında ele almış, kuramsal ve terapötik çalışmalarında ağırlıklı olarak oral dönemde gerçekleşen erken dönem nesne ilişkileri ve içselleştirme süreçlerine yoğunlaşırken, ilksel nesne ilişkisi olarak düşündüğü çocuğun memeyle olan ilişkisine özel bir önem atfetmişti (Tura, 1999).
Klein (1957), ölüm dürtüsü tarafından yok edilme tehdidinin kaygının en ilkel hali olduğunu ileri sürer. Bu önemli saptamayı yorumlayarak açalım: Yaşam dürtüsünün etrafında örgütlenebileceği türsel ve bireysel donanımın, içgüdüsel gereksinimleri tatmine taşımaktaki erken dönem yetersizliği, insan yavrusunun ölüm dürtüsünün etkilerini tüm şiddetiyle hissetmesine yol açar. Zira oral evrede, açlık ön planda olmak üzere, içgüdüsel gereksinimler tarafından içeriden ve dışarıdan doğru durmaksızın saldırıya uğrayan bebek söz konusu içgüdüsel uyaranlar karşısında yoğun bir çaresizlik yaşar. Bireysel olarak yaşamın çok başında olmanın verdiği bedensel ve ruhsal acemiliğin (enfantil acizlik) yanı sıra insan türünün bir üyesi olması dolayısıyla içgüdüleri nötralize edebilecek yetkinlik ve yeterlilikte içsel organik egodan yoksun (ontolojik acizlik) olması dolayısıyla gelişen bu çaresizlik içgüdüsel gereksinimlerin kronik biçimde frustre olmasına, şiddetli agresif duygulanımlara ve nihayet ölüm dehşetine yol açar. Gelişimin oral evresinde ölüm açlık kılığında nüksetmiş, “aç bırakılma korkusunu –hatta belki de her türlü fiziksel ve zihinsel acıyı- uyandıran acıkma duygusu, ölüm tehdidi olarak algılanmaktadır.”(Klein, 1957). Enfantil benlik, ruhsal yapılanmanın annenin erişim alanı dışında kalan kısmında cereyan eden tüm bu ilkel agresif yaşantılarla baş etmek durumundadır. Peki, ama nasıl başaracaktır bunu?
Nesne ilişkilerinin kurucu kuramcısı Klein’ın nesnelerin öznel oluşumuna dair açıklaması son derece özgündür ve dürtülerle, özellikle ölüm dürtüsüyle yakından ilişkilidir. Klein ilksel nesne temsillerinin, dış dünyanın aktif nesnel etkilerinden bağımsız bir şekilde, dürtülerin doğrudan uzantısı olarak şekillendiklerini öne sürer. İlk nesne temsilleri, ona göre, deyim yerindeyse, bir tür “hatalı algılama”dan türer. Bebek, ölüm dürtüsünün agresif devinimlerini, öznelliğinde, benliğine dışsal yabancı bir nesnenin veya nesnelerin saldırıları olarak yaşantılar. Ölüm dürtüsü “yok olma (ölüm) korkusu olarak hissedilir ve perseküsyon korkusu biçimini alır…[ölüm dürtüsü] kendini bir nesneye bağlar –veya kontrol edilemez ezici bir nesneden duyulan korku olarak deneyimlenir.”(Klein, 1946).
Soyut ölüm dürtüsü, kendini öncelikle, bedene içkin somut nahoş/agresif yaşantılamalar aracılığıyla benliğe dışsal kötü bir nesne olarak hissettirir. Nitekim Klein küçük çocuğun somut bedensel gereksinimlerin frustrasyonunu –fiziksel duyumlar, gerilim ve huzursuzluk- yabancı nesnelerin saldırıları olarak yaşantıladığını öne sürer. Sonraki bir makalesinde yalnızca agresif duyumların değil, rahatlık ve emniyet gibi haz verici libidinal duyumların da nesneleştiğini, benliğin bu olumlu duyumları iyi nesnelerden kaynaklandığını sanrılayarak yaşantıladığını öne sürecektir (Klein, 1952). Riviere (1936) Klein’ın kritik değerdeki bu saptamasını öfke duygusuna uyarlar ve öfkeyi oluşturan agresif duyumların çocuk tarafından kötü içsel nesneler olarak yaşantılandığını ileri sürer. Çok ilginç bir saptamayla, çocuğun, yaşantıladığı tüm frustrasyonları yoksun bırakıcı bir öteki temsiliyle kişileştirdiğini iddia eder:

“İçsel yoksunluk ve gereksinim her zaman dışsal bir engellenme olarak hissedilir”.

Görüldüğü üzere, Klein öznel dünyada temsilleşen ilksel nesnelerin, dışsal nesnelerin içselleştirilmesinden kaynaklanmadığı, küçük çocuğun en erken libidinal ve agresif duyumlarının fenomenolojisini açıklamak ve anlamlandırmak üzere adeta kendiliğinden oluştuğu görüşündedir (Greenberg ve Mitchell, 2000 [1983]). Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, olumlu/libidinal ve olumsuz/agresif tüm duyumlar, en başından itibaren, salt heyecansal halleriyle değil, kişilik kazanıp öznellikte birer nesne temsili halinde ve/veya iyi veya kötü nesnelere atfedilmek suretiyle yaşantılanmaktadır. Klein’ın nesnelerin oluşumuna dair bu özgün saptaması, içsel nesne oluşumunu salt içselleştirmelere dayandıran modern nesne ilişkileri kuramlarında büyük ölçüde kaybolacak, bu kayıpla beraber insan ruhsallığına dair önemli bir bilgi de yitirilecektir.

Öznelliğin Paranoid İnşâsı
Melanie Klein’ın ve Kleincı geleneğin insanın iç dünyasını kavramada altın değerindeki bu saptamaları ruhsallığın işleyişine dair derin içgörüler sunmakla kalmaz, insanın kötücül doğasını anlamaya yönelik çok değerli ipuçları da sağlar. Kendi özgün görüşlerimi de katarak ifade edersem, benliğin türsel organik-ontolojik yetersizliğinden ve gelişimsel acizliğinden kaynaklanan agresif değerli nahoş duyumların ve frustrasyonların, iç dünyada kişilik sahibi nesnelere atfen temsil edilmesi, ruhsallıkta her türlü yaşantıyı nesne ilişkisel yaşantılara tercüme eden ruhsal bir mekanizmanın yanı sıra söz konusu nesnelere irade ve niyet atfeden bir başka mekanizmanın varlığına işaret eder.
Ruhsallığın yaşantıları simgeleştirme ve anlamlandırma tarzını yansıtan bu temel mekanizmalar yalnızca agresif/olumsuz yaşantılar için değil, libidinal/olumlu ve agresif/olumsuz tüm deneyimler için geçerlidir. Agresif değerli yaşantılar söz konusu olduğunda, benliğin deneyimlediği olumsuz/agresif duygulanımların ve frustrasyonların sorumluluğu irade sahibi bir nesnenin kötü niyetli kasıtlı eylemine ve/veya eylemsizliğine yorulur. Nesne benliği “kasten ve taammüden” tatminden alıkoymakla ve/veya frustrasyona yol açmakla suçlanmaktadır. İlginç olan şu ki, benliğin söz konusu sanrısal algılamaya kapılması için dışsal bir nesnenin bu algıyı haklı çıkaracak herhangi bir eylemine ve/veya eylemsizliğine hiç mi hiç ihtiyacı yoktur! Daha açık bir ifadeyle, ruhsallık bu algılamayı, dışsal nesnelerle ilişkinin niteliği, olumlu veya olumsuz, her ne olursa olsun, her halükarda üretir. Ontolojik ve/veya gelişimsel acizlikten kaynaklanan agresif yaşantılar, dışsal nesnelerin herhangi bir müdahalesi olmadığı halde, ruhsal sembolik/öznel dünyada, adeta otomatik biçimde, nesnenin kasten sebep olduğu frustrasyonlar olarak yaşantılanır. Dolayısıyla sonuç itibariyle, iç dünyada beliren spontan libidinal veya agresif duyumları irade sahibi nesnelerin varlıkları ve kasıtlı eylemleriyle açıklama/anlamlandırma refleksi, agresif yaşantılar bağlamında işlediğinde, benliğin yaşantıladığı spontan olumsuz deneyimlerden (nahoş duyumlar, frustrasyonlar ve agresif duygulanımlar vb.) hemen her durumda nesneyi sorumlu tutan bir tür paranoid hezeyana yol açmış olur. Nesneyi benlik nezdinde durup dururken şeytanileştiren söz konusu paranoid hezeyan (ki insan ruhsallığındaki “olağan delilik”ten sorumludur) nesneye yönelik fantastik ve/veya reel şiddeti meşrulaştıran ve teşvik eden bir işlev görecek, ruhsal bir algı operasyonuyla dolduruşa gelen benlik; öfke, nefret ve hınçla nesnesine saldıracaktır.

Dikkat edilirse, bu ruhsal şemada agresyonun, kötü nesne temsilinin oluşması ve nesneye yönelik saldırganlık eğilimi; dışsal bir nesnenin müdahalesinden, nesnenin aktif veya pasif kötülüğünden, nesne ilişkisindeki gerçek bir yaşantıdan değil, insani egonun içgüdüleri tatmine taşımaktaki organik yetersizliği sonucu, agresif duygulanımlar ve frustrasyonlar aracılığıyla kendini hissettiren ölüm dürtüsünden kaynaklanır. Ancak hal böyle olsa da, dışsal nesnelerin, niyet taşıyan aktif sorumluluğu olmadığı bu agresif yaşantılar, nesne ilişkileri algoritması içine aktarılıp ilişki içindeki nesnelerin iradesi ve niyetiyle açıklanır. İnsan ruhuna has bu çok ilginç, ısrarlı ve tarafgir çarpıtmanın bir mantığı olmalı. Ama ne?

İnsan, Kendine Düşman
İnsanoğlu ontolojik kaderine savaş açmış tuhaf bir varlıktır. Evrimle koşullanmış varoluşun ona pay ettiği kaderi asla hazmedememiş, frustrasyonlarla dolu yazgısını bozmaya, arzusu doğrultusunda yeniden şekillendirmeye nafile çabalayıp durmuştur. Aslında istediği, son tahlilde, insan olmanın doğal kaderinde yer alan olumsuz/agresif yaşantılardan kaçınmak, ebediyen kurtulmaktır. Mutlak narsisizm fantezisi, bu istemi destekleyen en önemli ruhsal deneyimdir. Zira söz konusu fantezi eksiklikler, yetersizlikler ve frustrasyonlarla karakterize insanlık durumundan kurtulma isteği duyan benliğin nihai arzusuna işaret eder. Yeterince tatmin edici bulunmayan mevcut nesne ilişkilerinin ve dünyevi mevcudiyetin ötesinde, her arzunun tatmin olacağı, benliğin sınırsız imkân ve kudrete kavuşacağı ideal bir varoluş hali olarak kurgulanan mutlak narsisizm, ruhsallıkta sanrısal bir gerçeklik olarak yaşantılanır. Nesnel dünyada ihya edilmek istenen bu ruhsal mükemmellik durumu tüm bireysel ve toplumsal ideallerin bilinçdışı güdüsünü oluşturur. Nitekim bireysel ve kolektif tüm narsisistik fanteziler, geçmişten bugüne dek mitolojik ve dini tüm cennet tasvirleri ve birçok ideolojik ütopya bu arzu dolu hayali içerir: Açlığın, yoksunluğun, acının ve kaybın, hayal kırıklığının, tatminsizliğin ve mutsuzluğun, aczin ve cehaletin, emniyetsizliğin ve nihayet ölümün olmadığı fantastik bir dünya tasavvuru.
Ruhsallığın olağan işleyişi içinde tespit etmiş olduğumuz paranoid hezeyan, narsisistik arzu doğrultusunda iş gören temel bir ruhsal düzenek olarak dikkat çeker. İnsanlık durumunu karakterize eden eksiklikler, yetersizlikler ve frustrasyonlar paranoid mekanizma devreye girdiğinde bambaşka bir anlam kazanıp kötü niyetli nesnelerin kasıtlı eylemlerine ve/veya eylemsizliklerine yorulur. Bu yorumlama eğilimi tesadüfî değildir; zira bu sayede insanoğlu “makûs talihi” saydığı insanlık durumundan kurtulabileceği inancını geliştirir. Değişmesi imkânsız ontolojik kaderini, ruhsal bir abrakadabrayla, etkiye ve değişime açık bir nesne veya nesne ilişkisiyle ikame etmeye kalkışır. Kadere kılıç işlemez, derler. Şayet, mutsuzluğa sebep olan değişmesi imkânsız kader değil de, nihayetinde, kötü bile olsa, değişme/değiştirme imkânı olan bir nesne ise tüm frustrasyonlardan ve olumsuz sonuçlarından kurtuluş umudu da belirmiş olur. Zira “kötü nesne” bir ihtimal ikna olabilir, bir umut iyi nesneye dönüşebilir, olmadı mı, son çare ortadan kaldırabilir. İşte o vakit, insanoğlu tüm ıstıraplarından, tatminsizliklerinden ve bilcümle mutsuzluklarından ve hatta ölümden kurtulur, mutlak narsisizmin tanrısal krallığına, her arzunun ve hevesin doyum bulduğu ebedi saadet cennetine kavuşur. Kötü nesne tasavvuru, insanoğlunun narsisistik ütopyasının ayrılmaz parçasıdır dolayısıyla. Söz konusu ütopyaya aldanmayı sürdürdüğü ölçüde insan(lık) için vazgeçilmez bir ruhsal gereksinim olmayı sürdürür. Zira kötü nesne temsili, neden mükemmel cennette değil de kusurlu dünyada olduğumuzu açıkladığı gibi bertaraf edildiği takdirde hasreti çekilen mutluluk umuduna da işaret eder.

Kaderine küs insanoğlunun en büyük arzusu insan olmaktan kurtulmaktır anlaşılan. İnsan olarak şekillenirken bu hali yadsımak üzere de şekillenmişiz, besbelli. Ancak bedeli gerçeklikten kopmakla ödenen, bozguna uğramaya mahkûm belki hoş ama boş bir hayali içeren bu varoluşsal yadsıma gerisinde hep çokça hayal kırıklığı ve acı, bolca gözyaşı ve kan bırakır. Cenneti ararken dünyayı cehenneme çeviren insanoğlu, tanrısallık peşinde koşarken şeytanileşir, arzusu en büyük azabı ve gazabı olur.
Umut edilecek bir başka seçenek daha mevcut oysa. Gün olur da “varoluşsal mutsuzluğu”nun sebebinin boş yere suçladığı nesne(ler) değil de bu dünyadaki mevcudiyet biçimi olduğunu fark eder ve gerçekleşmesi imkânsız tümgüçlü narsisistik hayalinden feragat edebilirse, insan için yepyeni bir varoluşun kapısı aralanır. Kendisine ve dünyasına farklı bir bilinçle yaklaşır, nefretin ve arzunun fuzuli yükünden kurtulur. İnsan olmanın sınırları ve imkânlarıyla yetinebilecek kalenderliği gösterebildiği ölçüde ise kendisiyle ve dünyasıyla içtenlikle barışma imkânına kavuşur, varoluşun belki gösterişsiz ama hakiki neşesiyle tanışır. Ancak şimdiden baktığımızda görünen, o vakte daha çok zaman var.

Şimdi, tüm bu bilgi ve yorumlar ışığında Klein’ın betimlediği gelişimsel sürece, bahsi tamamlamak üzere geri dönelim.

Pandora’nın Kutusu
Oral evrede açlık vb. içgüdüsel gereksinimlerin hücumu altında kendini çaresiz hisseden bebek, frustrasyonların yol açtığı agresyonu kötü nesnelere atfeder ve kendini doğuştan saldırgan ve zalim nesnelerle dolu olarak yaşantılar. Ölüm içgüdüsünün türevi olan bu agresyonla baş edebilmek için bir bölümünü dış dünyaya, anneye ve annesinin memesine yansıtmak zorunda kalır. Bu yansıtmayla beraber, bebek, agresyonunu tetikleyen frustrasyonlardan kendi narsisistik yetersizliğini değil, kötü nesneyle özdeşleştirdiği ilk dışsal nesne olan memeyi sorumlu tutacaktır (Klein, 1957).
Yaşam ve ölüm dürtüleri arasındaki savaşın yansıtıldığı ilksel nesne olarak meme, agresyonun yansıtıldığı ve yansıdığı nesne olduğu kadar libidonun yansıtıldığı ve yansıdığı nesnedir de. Bebeğin öznelliğinde olumlu/libidinal duygulanımların kişileştiği ve/veya atfedildiği iyi bir nesne olmanın yanı sıra agresif değerli yansıtmalar sebebiyle kötü bir nesne olarak da yaşantılanan meme, ruhsallıkta, iyi ve kötü parça nesnelere bölünmüş halde birbiriyle ilintisiz iki farklı nesne olarak temsil edilir. İç dünya ancak bölünme pahasına kurulabilmiştir deyim yerindeyse. Dışsal nesnelerle ilişki bu öznel bölünmenin gölgesi altında başlayacak, olumlu yaşantılar ruhsallıktaki bölünmeyi hafifletirken olumsuz yaşantılar derinleştirecektir.
Oral dönemde meme (veya meme yerine geçen herhangi bir nesne) iyi nesne kipi içinde, bebek tarafından besin kaynağı olmanın çok ötesinde, yaşam kaynağı olarak algılanır Klein’a göre. Bir başka deyişle, bebeğin öznelliği açısından iyi meme, salt fiziksel bir nesneden ibaret değildir. Besleyici ve doyurucu bir meme yaşam içgüdüsünü temsil eder ve bu niteliğiyle benliği cömert, sevecen, ihtiyaçlarına duyarlı, sevdiği ve sevildiği dost bir dünyada yaşadığı hissiyle donatır. Bu hissin içinde mutlak narsisizmin kesif mutluluğuna yakın bir şey vardır. Ego idealinin ilk yansıtıldığı nesne olarak meme besleyiciliğiyle bebeğe bu dünyada adeta cenneti yaşatmaktadır. Meme aracılığıyla gerçekleşen huzurlu ve nispeten kesintisiz beslenme deneyimi sayesinde bebek anneden eşsiz bir armağan aldığını hisseder ve bu armağan karşısında derin bir şükran duyar. Anne ona umutlu, iyimser, iyicil ve coşkulu bir hayat armağan etmektedir zira. Böylece meme iyi bir nesne halinde benliğe içselleşirken olumlu ruhsal yapı ve gelişimin temelleri atılmış olur (Klein, 1957).
Klein (1957) bebeklik döneminde yaşanan mutluluğun ve benliğe dâhil edilen iyi nesneyle sevgi dolu ilişkinin, kişiliğin zenginleşmesinin temel dinamiği olduğunu vurgular ve etkilerinin yaşam boyu devam edeceğini ileri sürer. Öyle ki bu içsel olumlu nüve insana yaşlılık çağlarında bile içsel destek ve tatmin duygusu sağlar. İyi nesneyi iç dünyasına güvenli biçimde ekebilmiş kişi, yaşam içinde kayıplara ve yoksunluklara karşı daha tahammüllü olacak, ola ki bir gün sarsıldığında, kendisini hiçbir koşulda terk etmeyen iyicil içsel nesnesinden kuvvet alarak yeniden doğrulabilecektir.
***
Optimal anne-bebek ilişkisinde bile mutlu yaşantıların yanı sıra, dünyevi yaşam ve insanlık hali gereği, kaçınılmaz frustrasyonlar, tatminsizlikler ve aksamalar yaşanacaktır. Oral nitelikli frustrasyonlar, olumsuz yaşantıları otomatik biçimde nesneye atfeden (hâlihazırda var olan) paranoid hezeyanı uyarır, iyi nesne-kötü nesne arasındaki içsel bölünmeyi şiddetlendirir, dahası bebekte memenin onu doyumdan bile isteye yoksun bıraktığı sanrısı yaratır. Bebeğin fantezi dünyasında meme sütü, sevgiyi ve şefkati benlikten esirgemek suretiyle muhtaç olduğu yaşamsal besini alıkoyan kötü bir nesneye dönüşür. Sadece bu kadarla kalmaz. Neden olduğu frustrasyonlarla meme benliğe çok daha esaslı bir kötülük yapmaktadır; benliğin memede yansıyan ego idealiyle özdeşleşmesine engel olmakta, onu mutlak narsisizmin eksiksiz doyumundan kasten alıkoymaktadır. Bebek agresyonunu ve saldırganlığını fantezi dünyasında kötü ve cimri olarak yaşantıladığı memeye aktaracak, öznelliği içinde çatışmalı ve çekişmeli bir hal alan memeyle ilişkisi var olan tüm tatmin duygusunu tehdit edecektir (Klein, 1957) .
Haset tüm trajik sahnesiyle kurulmuştur artık. Klein’ın ruhsallığın gelişiminde, yapılaşmasında ve işleyişinde temel önem atfettiği, ruhsal dünyanın en kadim ve belki de en entrikalı psikodinamiği olan haset nesne ilişkilerini derinden etkilemekle kalmaz, ilişkilerdeki şiddetin etken maddesini de oluşturur. Özellikle, narsisistik çatışmalarda merkezi öneme sahip olan bu habis dinamik, frustre edici ve mahrum bırakıcı olarak yaşantılanan birincil nesneye (memeye, anneye ve ardıl önemli nesnelere) yönelik öfke ve kinin özgül bir biçimidir. İlk kez anneyle çocuk arasındaki ikili narsisistik ilişkide beliren haset gelişimsel süreçte ilave dinamikler kazanarak öznelliği tüm kuvvetiyle belirlemeyi sürdürür. Oidipal evrede nesne ilişkisinin üçgenleşmesine koşut biçimde, esası değişmemekle beraber, daha çetrefil bir psikodramaya evrilir; narsisistik evrede birincil nesne (anne/anaç nesne) tatmini benlikten esirgemekle kalırken Oidipal evrede benlikten esirgediği tatmini bir başkasına (babaya) sunmaktadır. Nitekim Oidipal evrenin en zorlu meselesi çatallaşmış bu hasedi aşmak olacaktır.
Hasedin en trajik yanı arzu nesnesinin aynı zamanda nefret nesnesi olmasıdır. Nesneye yönelik bu çift değerli yatırım çok yönlü tahribata yol açar; birincil nesnenin iyi nesne olarak kökleşmesini engeller, agresyonun yoğunlaşmasına ve iç dünyaya tümden egemen olmasına, arzunun sevgi yerine nefreti uyarmasına neden olur ve nihayet nesneye yönelik kronik saldırganlığı teşvik eder. Erken dönem anne-bebek ilişkisinde muhtaç olunan nesnenin kendini ve/veya gereksinim duyulan şeyi benlikten esirgemesi sonucunda meydana geldiği sanrılanan frustrasyonlar benlikte bilinçli veya bilinçdışı biçimde, esirgenen -özellikle en çok hayran olunan ve arzulanan- şeyi/nesneyi tahrip etme, bozma ve kirletme, zorla gasp etme ve saldırma isteğine neden olur (Kernberg, 1995). Söz konusu fantastik ve gerçek yaşantılar bağlamında ruhsal gidişat adeta bir refleks hareketiyle psikopatolojiye ve kötücüllüğe doğru meyleder.
Şimdiye dek içsel dinamiklerin belirlediği sürecin bundan sonraki gidişatını anneyle (ve gelişimsel süreçte oluşan ardıl nesne ilişkilerinde) çocuk arasındaki nesne ilişkisinin özgül niteliği belirleyecektir. Şayet ikili ilişkide anne çocuğun gereksinimlerini gereğince aynala(ya)maz ve çocuk sürekli biçimde frustrasyona maruz kalırsa hâlihazırdaki haset dinamiği anneyle somut ilişkide doğrulanacak, pekişip güçlenecek, benlik hızla kötücüllüğe ve psikopatolojiye sürüklenecektir. Ancak, öte taraftan, doğuştan gelen yapısal koşulların (Kleincı bağlamda düşünüldüğünde, yaşam ve ölüm dürtülerinden birinin çocuk özelinde yapısal olarak daha baskın olması ve/veya egonun doğuştan gelen yapısal gücü) yanı sıra annenin eşduyumundan kaynaklanan fiziksel ve ruhsal koşullar gerekli ve yeterli doyumu temin edebilecek elverişliliğe sahipse gelişimsel süreç optimal yönde seyredecektir.
Yapısal avantajların güvencesi altında enfantil benliğin yaşantıladığı istikrarlı doyum yardımıyla eğer memenin iyi nesne temsili benliğe yerleşmiş ve yeterince kök salmışsa, kötü meme algısından türeyen agresif yönelim ve saldırganlık, memeyle ilişkinin temelde olumlu niteliğini hepten sarsmayı başaramayacaktır. Üstelik her şey yolunda giderse, benliğin deneyimlediği olumlu libidinal yaşantıların olumsuz agresif yaşantılara baskın gelmesi sonucu libidonun agresyonu hâkimiyeti altına alması sayesinde gelişim sürecinde beliren yeni bir avantaj, iyicilliğin kötücüllük karşısında bir mevzi daha kazanmasına hizmet edecektir: Benlik ve nesne temsillerindeki aşırı iyi ve aşırı kötü kutuplaşmasının, bütünsel bir benlik ve bütünsel bir nesne temsilinde mutedil bir hal almasıyla, kısmi nesne ilişkileri çift değerli bütünsel nesne ilişkilerine (ki Kleincı gelişim şemasında ruhsallığın paranoid-şizoid konumdan depresif konuma evrilmesine karşılık gelir) evrilecektir. Tüm bu gelişmelere paralel olarak özne son derece sarsıcı ve sürpriz bir farkındalığa ulaşır: Sevdiği nesneyle nefret ettiği nesne, onu besleyen müşfik nesneyle onu mağdur ettiğini sanrıladığı zalim nesne aynı nesnedir. Şimdiye dek haset ve öfkeyle saldırıp tahrip ettiği nesne o pek sevgili nesnesiymiş meğer! Üstelik “sevgili nesne”si gerçekle fantezinin birbirine karışıp durduğu o alacakaranlık alanda yapıp ettiği tüm hırçınlıklarına rağmen onu sevmeyi ve beslemeyi sürdürmüş, tümden kötüleşmemiştir. Gelişen gerçeklik duygusu sayesinde, benlik, giderek, nesnenin algılanan kötülüğünün büyük ölçüde kendi agresyonundan ve yansıtmalarından kaynaklandığını anlayacaktır. İnsanlar ve dünya, zannettiği kadar ve zannettiği gibi kötü değildir aslında; suçluluk ve vicdan azabı belirir, nefret sevgiyle yumuşatılır, nesneye verilen zarar onarılmaya çalışılır.
Yapısal ve nesne ilişkisel koşulları elverişli olmayan, gelişimsel süreçte tekrarlayan travmatik frustrasyonlara maruz kalan “talihsiz benlik” maalesef tüm bu onarıcı/düzeltici yaşantılardan ve gelişimsel kazanımlardan mahrum kalacak, agresyonla yüklü, bölünmüş ve parçalı bir iç dünyaya hapsolmuş halde kötücüllüğe ve patolojiye doğru güçlü bir eğilim gösterecektir.

Eros ve Vicdan
Peki, sevgi temelli libidinal bütünleşmiş nesne ilişkisinin benliğe egemen olmasıyla insan ruhuna içkin kötücül çekirdek tümden ortadan kalkar mı? Sevgi ve adalet, huzur ve barış iç ve dış dünyada ebedi saltanatını tereddütsüz ilan edebilecek mi birgün?
İnsan denen varlığın sırlarına vâkıf oldukça koşullu bir umut ve temkinli bir iyimserlikle yetinmek zorundayız. Ruhsallığa içkin kötücül çekirdeğin enerjisini ilişki dışı bir alandan devşiriyor olması onu etkisizleştirmeyi imkânsız kılar; kötümserliğimiz bundan. Ontolojik ve gelişimsel acizlik sonucu yaşanan kaçınılmaz frustrasyonların faturasının otomatik biçimde nesneye çıkarılması kaçınılmaz olarak benlikte muhtaç olduğu nesnenin imkânlarını kendisinden esirgediği hezeyanına yol açar. Anne-bebek ilişkisinde (ve gelişimsel süreçte oluşan ardıl nesne ilişkilerinde) yaşantılanan gerçek frustrasyonlarla birleşince iyiden iyiye kuvvetlenen bu hezeyanın içinde devinen benlik öfke ve nefret, haset ve hınç, açgözlülük ve yıkıcılıkla nesnesine ve giderek tatmine engel olduğunu zannettiği tüm dünyaya ve nesnelerine saldırır. Açık saldırganlığın yanı sıra geliştirdiği zorbaca bir tavırla muhtaç olduğu tatmini kendinden esirgediğini sanrıladığı nesneleri arzusu doğrultusunda davranmaya zorlar (omnipotent kontrol). Bir türlü elde ettiklerinin keyfini süremeyen, kronik mutsuz, her daim huzursuz, ne tüketse doyumsuz, nesnesine düşman “kriminal ruh”u tümden yatıştırmak olası değildir, zira aslen nesne ilişkilerinin nüfûz edemeyeceği bir alana aittir. Peki, şifası olmayan bu hâlin ıslahı mümkün mü acaba? Aslına bakılırsa insani varlığın bu dünyadaki mevcudiyet biçiminden kaynaklanan ve dolayısıyla “nesnel faili” bulunmayan varoluşsal mutsuzluğundan nesnesini sorumlu tutup saldırganlaşan “kriminal benliği” durduracak tek şey, sevginin nefret üzerindeki hâkimiyetinin temsilcisi, öznelliğin merkezinde ikamet eden, bu sayede kendini ve nesneyi bütün halleriyle seyredebilen “bütünleşmiş libidinal benlik”tir sezebildiğimiz kadarıyla. Bütünleşmiş libidinal merkezi benlik, kötücül benlik parçasının saldırdığı nesnenin aslında sevilen nesneyle aynı nesne olduğunu görebildiği için bu saldırıyı etkisiz hale getirebilir, olmadı, telafi edebilir. Nitekim Klein (1957), suçluluk ve vicdanın, saldırganlığın yöneldiği nesnenin aynı zamanda sevilen nesne olduğunun farkındalığından türediğini söyleyecektir. Dolayısıyla, benlik saldırdığı veya saldıracağı nesnenin aslında sevdiği veya sevebileceği bir nesne olduğunun bilinciyle, içinden türeyen kötücüllüğü fark edebildiği, dizginleyebildiği, nesneye vermiş olduğu fantastik ve/veya gerçek zararı onarabildiği ölçüde vicdanileşir ve olgunlaşır .

Koşullar elverdiğinde, Klein’ın öngördüğünün ötesinde başka bazı ruhsal gelişmeler de imkân dâhiline girer: İnsan, varoluşsal mutsuzluğundan herhangi bir nesnenin sorumlu olmadığını, söz konusu mutsuzluğun bu dünyadaki mevcudiyet biçiminin kaçınılmaz bedeli olarak yaşanması gerektiğini, dahası bu yazgısal mutsuzluğu hafifletmek mümkün olsa bile gidermenin imkânsızlığını fark ettiği ölçüde bilgeleşir. Bu bilinç doğrultusunda, haksız yere suçladığı nesneleri ve kötülükle dolu hissettiği benliğini varoluşsal mutsuzluğun sorumluluğundan azleder. Bu dünyada insan olarak yaşıyor olmaktan kaynaklanan kaçınılmaz ıstıraplardan kendisini kurtaracağını -boş yere- umut ettiği nesneleri yüceltmekten de vazgeçer. Benlik ve nesneleri tanrısallıktan ve şeytanilikten arınıp insanileşir ve dünyevileşir.
Tüm bu ruhsal gelişmeler gerçeklik sınamasının güçlenmesiyle taçlanır; imkânsız ile mümkün olan arasındaki sınır belirginleşirken kendilik, dünya ve nesneleri nispeten hakiki halleriyle, dünyevi ve insani imkânları ve sınırlılıkları, iyicil ve kötücül yönelimleri içinde, çok daha gerçekçi biçimde algılanır hale gelir. Gerçeklik algısını bulandıran boş endişe ve nafile arzulardan kurtulmuş benlik hayatı başka türlü yaşama imkânına kavuşur.
İnsanın içindeki kötücül çekirdeğin ontolojik kökeni dolayısıyla sıfırlanması olası değildir maalesef; evet, bir tür “kötü kader”. Ancak, insanoğlu bu dünya ve nesnelerine sevgiyle bağlanmak suretiyle bu kötücüllükten kendisini ve sevdiklerini sakınabilir, içsel kötülüğünü içsel iyiliğini çoğaltarak denetim altında tutabilir, baskılayabilir, verdiği zararı onarabilir. Bu beceri insan ruhsallığı açısından bilinçli, zahmetli ve her an özen isteyen bir gayreti gerektirir, zira ne yazık ki, insanın kötücüllüğü neredeyse refleksif, iyicilliği ise büyük ölçüde iradîdir. Bu yüzdendir ki, iyicillik kötücüllük karşısında hâkim konuma geçse bile hassas ve kırılgan bir denge üzerinde yükselen iktidarı mutlak ve ebedi değildir.
İnsani varlığa içkin kötücüllük tekil ölçekte benliğin, toplumsal ölçekte ise uygarlığın esenliğine yönelik kronik bir tehdit oluşturur. Nitekim benliğin ve “uygarlığın huzursuzluğu”, son tahlilde, ontolojik doğası gereği asla sıfırlanamayan, ruhsal hâkimiyeti ele geçirmek üzere fırsat kollayan kötücül benlik çekirdeğinin yol açtığı söz konusu kronik tehdide dayanır. İnsanın (ve insanlığın) dünya ve nesneleriyle kurduğu, giderek çoğalan ve zenginleşen sevgi bağları tatmin yaşantısının güvencesi olduğu kadar, kendine ve dünyaya düşman, nefretle güdülenen yıkıcı benlik parçasına ve uzantısı agresif nesne ilişkilerine karşı da en etkili panzehirdir.
Dünyanın bugünkü politik ve ekolojik durumunu göz önüne aldığımızda artık giderek daha iyi fark ediyoruz ki insanlık salt bilgi ve teknolojiye dayanmak suretiyle daha vicdanlı bir uygarlık yaratabilmiş değil, bilakis tersini iddia etmek bile mümkün. Nitekim insanoğlu bilgiyi ve imkânlarını kötücüllüğün hizmetine koşmak suretiyle zulmün çok daha incelikli yollarını keşfetmiş görünüyor. Bilgi kadar bilgeliğe, arzu kadar sağduyuya, zekâ kadar sevgiye, akıl kadar vicdana ihtiyacımız var demek ki, zira uygarlık vicdan olmaksızın zulümdür.
Yaşam içgüdüleri uyarınca insan türünün biyolojik ve kültürel devamlılığı, iyicilliğin kötücüllüğü baskılayabilme becerisine, insanoğlunun sahip olduğu imkânları kötücüllüğün değil iyicilliğin, nefretin değil sevginin hizmetine adamasına bağlıdır. Nitekim Freud 1926’da Fransız yazar Romain Rolland’a şöyle yazar:

“Ben insan sevgisine duygusallıktan ya da ideallerden dolayı değil soğukkanlı, ekonomik nedenlerden ötürü tutunuyorum, zira insan sevgisini, dürtü donanımımız ve çevremizin koşulları dâhilinde, insan türünün yaşamda kalması için en az teknik kadar vazgeçilmez buluyorum.”(Freud, 1927).

Eros ve Ölüm Tanrısı arasında sürüp giden ezeli ve ebedi savaşta, dünyanın ve insanların, ağaçların, kuşların ve parkların, dağların ve suların ve dahi bilcümle varlığın esenliği adına vicdanımız ve irademiz Eros’tan yana. “Ama zaferi ve sonucu kim önceden kestirebilir ki?”